23 MAYIS 1987 TODOR JİVKOV'UN BİR ÇİFTLİĞİ VAR

1981 yılının sonbaharında, Ege Üniversitesi Tıp fakültesi Dermatoloji kliniğinde ihtisasa başlamıştım. İlk nöbetimin sabahı, nöbetçi ekip ile birlikte sabah kahvaltısı yapıyorduk. Bir hemşire, bir hastabakıcı ile temizlik işleri görevlisi ve ben 4 kişiydik. Klinikte yeni olduğum için, her karşılaştığım personelle tanışma faslı yaşıyorduk. Bazılarına Bornova'dan da aşinaydım. Ekipteki personelden Mehmet efendi ve Ayşe hanım pek samimiydi. Dikkatimi çekti. Meğer evliymişler. Şerife hemşire hanım, çıtı pıtı, yeşil gözlü, sarı saçlı, son derece saygılı ve güler yüzlüydü. Hastalara karşı çok nazik ve sevecen davranıyordu. Kahvaltıyı da o hazırlamış, hastane ortamında nasıl becerdi ise, ekmekleri bile kızartmıştı. Davranışları, bana 20 yıl önce, Anadolu'da ablamın ebe-hemşire olarak görev yapmış olduğu köylerdeki misafir ağırlayan köylü kızlarını çağrıştırıyordu. Kendisine bunu anlattım. Nereli olduğunu sordum. Anadolu'dan bir şehir ismi duyacağımı düşünürken, Kırcaali doğumluyum dedi. Yani soydaş idi. Burada göreve başlamadan önce, görev yapmış olduğum morfoloji kliniğinde de Hikmet isimli bir soydaş arkadaşım vardı. Nur içinde yatsın. Davranışları ona da çok benziyordu. Bulgaristan'ın 30 yılı aşkın bir süredir Todor Jivkov denen bir canavarın elinde inim inim inlediğini biliyordum. En çok inleyenlerde Türklerdi. Todor Jivkov denen alçak, Balkan Savaşı'ndan az önce yani babamın doğduğu yıllarda doğmuştu. Babası da, benim babamın babasının jenerasyonundandı. Bulgarlar, Sırplar ve Yunanlılar gibi Balkanlardaki Rus siyasetinin tetikçisi katillerdi. Kafkaslar ve Doğu Anadolu'daki katil ulus, tartışmasız Ermenilerdi. 93 harbi sonrası binlerce Müslüman Türk ve Kürdü katletmişlerdi. Yeri geldikçe bahsetmiş olduğum Arnavut ninem Emine batıdan, Erzurumlu ninem Nafiye doğudan göç ederek bir şekilde annemle babamın kaderlerini kesiştirdiler. Balkan savaşında şehit düşen dedem Ömer, Osmanlı saflarında savaşırken, baba Jivkov düşman safındaydı. 93 harbi denen savaş 1877 yılında oldu. 93 harbi lafı hicri takvim 1293 ü anlatıyor. Bu ve Balkan harbi, bu ülkenin kaderini olumsuz yönde o kadar çok etkilemiştir ki, kelimelerle anlatılması çok zor. Osmanlı imparatorluğu bu iki savaştan sakınabilmiş olsaydı, Birinci Cihan ve Kurtuluş savaşları hiç olmayabilirdi de. Kırcaali'de nasıl oldu da kültürünü böylesine yaşatabildin soruma, gözlerinden sessizce akıttığı yaşlarla cevap verdi. Duyacaklarımdan çok etkileneceğimi fark ettim. Dedem Balkan şehitidir, seni dinlemeyi çok isterim deyince anlatmaya başladı. Soydaş şivesi ile konuşuyordu. Türkiye'ye geleli fazla olmamıştı. Babası, abisi ve tüm akrabaları Bulgaristan' daydı. Onların başına gelebileceklerden endişeliydi. 1980'li yılların başında, Rusların köpeği Jivkov, o gün, 2000000 civarındaki Türk nüfusunu tehdit olarak görüyordu . Ülkenin nüfusu 6 milyondu. Türk nüfus çok hızlı artıyordu. Anadilde eğitim dahil, bir çok hak tanımak zorunda kalacaklardı. Asimilasyona karar verdi. Türkçe konuşmak yasaklandı. Camiler kapatıldı. İbadet engellendi. Bulgarlarla evlilik kahpece teşvik edildi. Ve köpekler eşliğindeki polisler köyleri teker teker basarak insanları kayıt altına aldı. Bu sıradan bir kayıt altına alınış değildi. 2000000 Türk'ün ismi değiştirildi. Bu, o güne kadar, tarihin gördüğü en büyük zulümlerden biridir. Karşı koyan, isyan eden soydaşlarımız, dövüldü, sövüldü, öldürüldü. Belene gibi utanç kamplarında işkence dolu yıllar yaşadı. Duyduklarıma inanamıyordum. O dönemde, Bulgaristan'dan, Türkiye'ye kaçıp kurtulan cep herkülü Naim Süleymanoğlu, Halil mutlu gibi şampiyonlar aynı şeyleri anlatıyordu. Birden dalıp 500 yıl öncesine gittim. Avrupa'nın bilim sanat merkezi Endülüs, engizisyonun kanlı pençesine düşme arifesindeydi. Katolik kilisesinin bu sapık mahkemesi, yüzyıllardır birlikte uyum içinde yaşayan, Hristiyan, Yahudi ve Müslümanların barış dolu hayatlarını paramparça etti. Hristiyanlar dışında hiçbir kimseye hayat hakkı tanınmıyordu. Müslümanlar ve Yahudiler ya Hristiyan olacak ya yakılacaklardı. Hristiyanlar adam yakmayı Romalılardan öğrendiler. Roma, bir milyonu aşan şehir nüfusu  içindeki, yüzbinleri bulan ayak takımının kontrolünü kanlı arena gösterileri ile sağlıyordu. Bu ayak takımına, yanmış insanların et kokusu bir sakinleştirici gibiydi. Bu işin yakıtı, nefret ettikleri Hristiyanlardı. Hristiyanlar, yakıla yakıla yakmayı öğrenmişlerdi. Vücuda eziyet ederek, ruhu kurtarma adı altında, işkence metotlarını geliştiren de yine onlardı. Sadizmin esaslarını, insan derisi ile kaplanmış kitabında anlattığı rivayet edilen, Marki de Sade, sapkınlık konusunda, kilisenin yanında, sütten çıkmış ak kaşık sayılabilirdi. Aynı çağlarda yaşamış olan, Osmanlı sultanı Yavuz Sultan Selim, padişah olduğunda, engizisyona misilleme amacıyla, 8 yıllık saltanatının ilk işi olarak, sınırları içindeki tüm hıristiyanları Tuna nehri'nin ve Hazar denizi'nin kuzeyindeki doğal sınırların ötesine sürme kararı aldı. Bu, Balkanların, Sırp, Yunan, Bulgar potansiyel katilleri ile, Anadolu ve kafkasların iflah olmaz Müslüman düşmanı Ermenilerin, bu topraklardan temizlenmesi anlamına geliyordu. Böylece İran'daki Türk hanedanı Safeviler ile Mısır'daki, halifeliğin koruyucusu Memlüklerle dalaşılmamış, Arap ve  Sahra çöllerine hiç bulaşılmamış olunacaktı. Henüz cüce bir devlet Rusya, Osmanlı'nın kardeş hanedanı Kırım'a havale edilebilirdi. Kırım, asırlardır ormanlarda ayılarla kucak kucağa yaşayan Ruslara, Orta Asya'daki ırkdaşlarının desteği ile, Moskova prensliği dışında bir şans tanımazdı. Zaten, Osmanlı topraklarına kabul edilmiş olan Yahudiler, Galata bankerlik sistemini kurmuş, faaliyete geçirmişti. Sınırları bu kadar güvenli bir ülkede, nasıl sağlam bir ekonomik sistem oluşacağını bir düşünün. Kesintisiz bir Paks Ottomana hayata geçirilebilinecekti. Avrupa'daki hiçbir devlet, ipek ve  baharat yollarının kesişim noktası olan İstanbul'la ilişkiyi bozmayı göze alamazdı. Savaşlar hızını keserdi. Fatih'in başlatıp, ecelinin durdurduğu, yeryüzünün ikinci ve en önemli nifak odağı Vatikan, hizaya getirilme sürecinde sırasını  bekleyebilirdi. Fatih'in torunu Yavuz Sultan Selim'in, bu projesi önünde durabilecek bir güç yoktu. Ama, demek ki, Balkanlarda, Kafkaslarda, Arap çöllerinde, Çanakkale'de, Serebrenitsa' da, Anadolu'da, Hocalı' da akacak seller gibi Türk kanı varmış. Bu dahiyane projeye engel olanın, bir Hristiyan papaz değil de bir İslam alimi olması, insanlık adına, biraz da minik bir gurur duymakla beraber, daha çok hayıflandığım durumdur. Soydan şeyhülislâm Zembilli Ali Cemali efendi, Kula zulümdür sözüyle kestirip attı. Fetva vermedi. Öfkesi ile bilinen, kendi eliyle idam infaz eden, savaşlarda en ön safta çarpışan, iki kardeşini ve yarım düzine yeğenini, gözünü kırpmadan boğdurtan Yavuz Sultan Selim, fetva verilmeyince bu işi yapmadı. Başlamadı bile. Başlasaydı bu topraklarda Müslüman kanı döken, sınırlarımız içindeki Truva atı pozisyondaki Hristiyanların çoğu, büyük ihtimalle Müslüman olacaktı. Olmayanlar da din kardeşlerinin yanına gönderilecekti. Ama olmadı. Zembilli Ali Cemali Efendiyi hatırlayan ya da minnetle yad eden var mı? Kilise, Haçlı husumeti ile, Müslüman kanı helaldir zihniyetinden vazgeçmiş değil. Ben yine de, çok büyük bir insan sever olarak gördüğüm, Zembilli Ali Cemali efendiye Fatihamı esirgemem. Ama, büyük dedem kolağası Abdullah beyin kanı Sırpların, bir başka dedem kaptan Hasan Basri'nin kanı İngilizlerin, Babamın babası dedem Ömer'in kanı Balkan harbi'nde Bulgarların, Erzurumlu Nafiye ninemin, tüm soyunun kanı Rus ve Ermenilerin elinde kaldı. Yerde kaldı. İntikamı alınmadı, hesabı hiç sorulmadı. Bu katiller, bilhassa da Ermeniler olmasaydı nefretin ne olduğunu hiç öğrenmiyecektim. Bazen, olduğum masada, bir sebepten bu katillerin adı geçince, hele de onlara övgüler düzülüyorsa, dayanamayıp kalkıp giderdim. Bunu da kimseye anlatmazdım. Bu konuda, dertleşebildiğim tek kişi Şerife hemşire hanım oldu. Şerife hemşire hanım evlendi. Bir kızı olduğunu duydum. Artık anneanne de olmuştur. Bu olaylar, yıllarca Bulgaristan'da devam edip durdu. Jivkov şerefsizi hem kendi ülkesinde, hem dünyadaki tepkiler üzerine görevden alınıp yargılandı. Tüm hırsızlıkları, yolsuzlukları, cinayetleri tek tek ortaya döküldü. Almış olduğu, sanki ödül gibi, evinde hapis cezası, 12 yıl sürdü. 1998 yılında cehenneme doğru yola çıktı. Birçok  hesap gibi, onunki de mahşere kaldı. Bu katilin, görevden alınmadan 2 yıl önce, Ankara'daki mecburi hizmetimin son aylarında, 23 Mayıs 1987 yılında, yine böyle bir cumartesi günü, Todor jivkov'un cehenneme çevirdiği Bulgaristan'ın Bir köyünde, bir bebek yemyeşil gözlerini dünyaya açtı. Adı İrina olmuştu. Bulgaristan, fakirliğin, yoksulluğun, işsizliğin kol gezdiği, bir yerdi. Yıllarca Sibirya'da,  çalışıp para biriktiren baba Martin, düğün masrafından sıyırmak için, anne Svetlanayı kaçırmıştı. Bunu  gülerek anlatır. İrina köpekten çok korkar. Tıpkı benim gibi. Ne de olsa benim kızım. Çünkü bizim evde, Mehmet Güler, annesinin oğlu olarak bilinir. Onun tapusu annesinin üzerinde. Benim de, kız evlat pozisyonum boş. Böylelikle, o boşluğu İrina ile doldurdum. Jivkov'un değiştirdiği, İlmiye ismi hala yerine oturamadı. İlmiye ismi Osmanlı'da alim sınıfını temsil ediyor yani kurum ismi. O yüzden nüfus idaresi onun yerine Hilmiye ismini koydu. Düzeltme yapıldığında da, yine aynı sebeple değiştirmediler. Kızım bu işe çok bozuluyor. Babasının adı Mehmet. Aynı oğlumunki gibi. Damat kayınpedere çeker dedikleri, bu olsa gerek. Şu an Danimarka'da ve pasaportundaki ismi hala Martin. Annesinin adı Svetlana değil. Sevcat. İlmiye Çilingir, bundan 11 yıl önce bugün nişanlandı. 10 yıl önce yine bugün, yani doğum gününde Mehmet Güler ile evlendi.  Soyadı kısalarak Güler oldu. Dedem Ömer Faik'i şehit eden, lanet olası Bulgar'lardan ve Balkanlar'dan bize hayırlı bir şey gelmez derken, kaderin cilvesi, Allah'ın lütfu, gökte ararken, yerde bulduğum mucize de yine oradan geldi. Şu karantina günlerinde, 5 yaşına gelmiş oğulları ile birlikte, kızım, ve eşi damadım yerine koyduğum Mehmet Güler ile birlikte 11.nişan 10. evlilik yıl dönümü ve kızımın 34 yaşına ayak basışının mutluluğunu yaşıyorlar. Uzun, sağlıklı ve mutlu yıllar diliyorum. Kızımın ayağı çok uğurlu. Bastığı yeri altına çeviriyor. Terkettiği yer de kurudu. Bulgaristan sınırları açtı. Yıl1988. Yarım milyondan fazla insan Türkiye'ye kaçtı. Bir sürü insan Avrupa ülkelerine göçtü. Köyler, kentler boşaldı. Avrupa, Türkiye'ye cinnet seviyesinde çifte standartlı, ucube  bir Haçlı ordusu. Romanya, başındaki Çavuşesku belasını, karısı ile birlikte paramparça ederek,fırlatıp attıktan sonra Bulgaristan'la birlikte Avrupa birliğine müracaat etti. Kırkar yıllık diktatörleri elinde harabeye dönmüş bu enkaz ülkeler, Avrupa Birliği kriterlerine zerre kadar uymadıkları halde, sadece ve sadece Yunanistan gibi, yani Hristiyan oldukları için, 1 Ocak 2007 yılında, apar topar Avrupa Birliği'ne alındılar. Böylece kızım ve torunum Avrupa Birliği vatandaşı oldu. Damadım Türk olduğu için kapıda bekletiliyor. Belki bir ara onu da alırlar. Biz Avrupa Birliği için müracaat ettiğimizde, 27 Mayıs darbesine daha 3 ay vardı. 10 yaşında değildim ve ilkokul 3. sınıftaydım. Bugün 70 yaşındayım ve Avrupa birliği'nin kapısında, bir köpek gibi, hala bekletildiğimizi görüyorum. Bulgaristan ne halt ederse etsin belini doğrultamaz. Çünkü kızım, o uğurlu ayağını oradan çekti. Türkiye'ye basıyor. Bu da bana yetiyor. İyi ki doğdun diyorum.

Yorumlar

  1. Hani derler ya insan doğduğu değil doyduğu yerlidir diye. Bir kız cocugu için de doğduğu değil evlendiği evdir asıl hayatı. Eskisi gibi tüm aile aynı evde yaşamalar artık kalmadıysa da sonuçta sizin yetiştirip büyüttügünüz insanla hayatımı birleştirmek, sizin gölgenizde çocuğumu yetiştirmek benim için büyük bir şans oldu.
    Hem bu nazik ve anlamlı doğum günü kutlaması için hem de bu gerçek aile için teşekkür ederim.
    İlmiye

    YanıtlaSil
  2. Yaşar Abi merhaba.

    Son yazının üzerinden bir haftadan fazla süre geçince seni merak ediyorum. Umarım iyisindir. Yeni yazını bekliyoruz.
    Selamlar.

    Hüseyin Canbulat

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Hüseyin, dikkatindeki olağanüstü istikrara hayranım. Şöyle bir şey oldu; alışmaya çalışıyorum. 1 yıl önce blog yazmaya başladım. Telefonum bile yokken ve hiç kullanmıyorken, kendimi aşmaya çalışıp bu işi deneme ve yanılma yoluyla becermeye çabaladım. 1 hafta önceki yayını güç bela yaptım. Yapabilip yapamadığımı da şu an için bilmiyorum. Jivkov şerefsizi ile ilgili bir yayındı. Tam yayınla butonuna basacakken blog gitti. Günlerdir, sorunu çözmeye çalışıp, yeni baştan yazabilmeye başlamak için debeleniyorum. Görme özürlü biri gibi, el yordamı ile, bir o düğmeye, bir bu düğmeye basıp denemeler yapıyorum. Daha da bozar mıyım diye, yanılma korkusu ağır bastı. Deneme cesareti neredeyse kayboldu. Yine bir yanlış düğmeye basıp, tüm blog'u yok etmekten de korkuyorum. Senin yorumunun, verdiği cesaretle, yorum kısmında bunları yazıyorum. İnşallah okuyanlar açısından blok değişmemiştir. Bu yorumu, eskiden olduğu gibi görebiliyorsan, benim telefonumdaki kısımda yazmayı deneyeceğim. Blok nasıl uçup gitti onu anlatacağım. Bakalım ne olacak? Kısacası, yazdığım cevabı görüyor musun?Sonucu bildirirsen memnun olurum. Gözlerinden öperim. Sevgiler.

      Sil
    2. Yaşar Abi merhaba.

      Cevabın için teşekkürler.
      Jivkov yazın duruyor. Blog da sapasağlam ayakta.
      Lütfen yazmaya devam et.
      Selamlar.

      Hüseyin

      Sil
    3. Sevgili Hüseyin,verdiğin bilgi için teşekkürler. Bakalım yeni yayın bölümünü bulup yazmaya devam edebilecek miyim? En azından blok yerinde duruyormuş. En kötü ihtimalle, yazmaya başlamak biraz gecikebilir. Deneye deneye olacak inşallah. Sevgiler.

      Sil

  3. Yaşar Abi,

    Hiç tanışmadık ama sen, benim gibi çok insanın kalbine dokundun. Güzel günlerin olsun, esenlikler dilerim.

    Sevgiler
    Gönül Kurt

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Gönül, telefon bile kullanmazken, geçen yıl blok yazmayı öğrendim. Eşimin küçük ekranlı telefonundan, elimden geldiğince yazmaya çalışıyorum. Bunu neden yapıyorum biliyor musunuz? Bir insanın hayatına, güzel bir parantez açabilmek için. Siz, bana bunu başarabildiğimi söylüyorsunuz. Bu beni çok mutlu etti. Zaten benim hedefim, en az bir insana, evrenin karanlığında bir mum ışığı olabilmekti. Derler ki: tüm kainatın karanlığının gücü, mini minnacık bir mum ışığını yok etmeye yetmez. Mum ışıkları birbirine eklendikçe, karanlıklar kaçacak delik arayacaktır. Şu günlerde, covid 19 un ilk hedefi olan biz 70'lik ve üzerindekiler için, iyi örnek olabilmek, bırakabileceğimiz mirasın doruk noktasıdır. Çok teşekkür ediyorum. Sevgilerimle.

      Sil

  4. Teknoloji o kadar hızlı gelişiyor ki, hepimiz patinaj yapıyoruz. Bugün asıl değerli olan toplumsal hafıza, ben bu değerli yaşanmışlıkları okuyup feyz almaktan ve bu paylaşım yolunda tesadüf etmekten çok mutluyum.
    Teşekkür ederim :)
    Sevgiler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS