Kayıtlar

Kasım, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

30 GÜN

 Şu an saat 14.51. 30 Kasım. Ardında 116 ölü, 1034 Yaralı ve 15.000 evsiz bırakan İzmir depreminin üzerinden 1 ay yani 30 gün geçmiş. Bir ay önce, tam şimdi blog ta bir şeyler yazmaya çalışıyordum. Ayağımın altındaki zemin sanki birden kayboldu gitti. Eşim mutfakta bir şeyler yapıyordu. Yalpalayarak ona doğru gittim. O da korku içinde bana doğru birkaç adım atmıştı. Salon kapısının altındaki pervazda buluştuk. Halbuki, Mehmet bize, böyle bir durumda ne yapacağımızı ezberletmişti. Salondaki büfenin yanına yatıp, kafamıza yastığı geçirecektik. Orasını, bizim için yaşam üçgeni olarak seçmişti. Hemen büfenin altında 3 tane yarım litrelik pet şişe su vardı. Yine büfenin üstündeki cam kül tablası içinde bir düdük, onun yanında bir el feneri vardı. Öyle bir şiddetli sarsıntı vardı ki, bu planın hiçbir kırıntısı aklımıza gelmedi. Dehşet içinde 16 saniyenin geçmesini bekledik. Bu 16 saniye bitmek bilmedi. 1974 depremi 1 dakikaya yakın sürmüştü. Bir asır gibiydi. Bu seferki 16 saniye , bana onda

BÜYÜK SAHRA'DA Kİ KORONAVİRÜS ORDUSU

 Bir insanın, H1 N1 soyundan türemiş herhangi bir virüsle enfekte olabilmesi için, bir kaç trilyon virüsü, ağız, burun mukozalarından, yahut göz küresine temasla almaları gerekiyor. Dünyadaki bütün insanları öldürecek kadar virüs, toplamda 1 kilogram ağırlığa bile ulaşamıyor. Burada viroloji dersi verme niyetinde değilim. Salgının ilk günlerinde, konu ile ilgili birkaç yazı yazıp, olayı kendi kafamda noktalamıştım. Yazdıklarımı kendi çevrem dışında kimsenin okumadığını biliyorum. 6 aydır konu ile ilgili hiçbir şey yazmadım. Ümit ettiğim hiçbir şey gerçekleşmediği gibi, aklıma bile getirmek istemediğim kaygılarımdan tamamı misli misli gerçekleşti. Korkum odur ki ; kaygılarımın çok daha ötesinde felaket boyutlarına ulaşılacak. O gün öyle demiştim şimdi yine öyle diyorum. Bu virüs insanlığın karşılaştığı en kırılgan ve çaresiz canlı kopyası. Yok olması, virüs sever dünyalılar tarafından engelleniyor. Dünya, maske taksaydı, bir buçuk metre mesafenin ne olduğunu öğrenebilseydi, zahmet edip

27 KASIM 1987

 Hicri takvim, dünyanın gezegeni, ayın yörüngedeki hareketleri üzerinden hesaplanıyor. Her yıl 11 gün öne gelerek, 33 yıllık periyotlarla, miladi takvime göre bir yıl, fazlalık veriyor. Güncel hayatımız, miladi takvime göre düzenlendiği için, 33 yıl önceki bir olay, haftanın günleri açısından, aynı güne tekabül ediyor. Bugün cuma. 27 Kasım. İzmir'de günlük güneşlik bir sonbahar günü. 33 yıl önceki cuma günü, yani 1987 yılındaki 27 Kasım, hava yine bugünkü gibi serin ancak bütün gün yağışlıydı. Hüzünlü bir bakış açısıyla, gökler ağlıyordu denebilir. Hiçbir ölüm tatlı değildir. Hele bir yakınınız öldüğünde, acısının ne olduğunu çok iyi bilirsiniz. O gün benim için öyleydi. Büyük kısmını bilmediğim bir hayat yaşamış, sağdan soldan ne duyduysam, bütün biyografik bilgim o kadarı ile sınırlı, hiç arkadaşlık kuramamış olduğum, hiç anlatmadığı hayatını, en çok merak etmiş olduğum kişi, 1328 tevellütlü Hacı Mehmet Niyazi, 33 yıl önce bugün vefat etmişti. Şu anda ikindi ezanı okunuyor. O gün

24 KASIM

 1957 yılının sonbaharında ilkokula başladım. Çok zor adapte oldum. Yurtlu öğrenciler tarafından şiddete maruz kaldım. 100 kişilik sınıfta onlarla birlikte tembeller sırasında haftalar geçirdim. Zaman içinde onlardan biri oldum. İlk yediğim dayakta öğretmene şikayet edip, dayak yemelerine sebep olduğum için,dayak atmaktan bıkıncaya kadar beni dövmeye devam ettiler. Böylelikle sosyal uyumun önemini bana en kısa yoldan anlatmış oldular. Dayak eğitimin bir parçasıdır diyenler, bir bakıma haklı çıktılar. Bana dayak atarak eğitimime katkıda bulunanlar listesinin başında babam vardır. Hakkını ödeyemem. İkinciliği, başta yurtlular olmak üzere sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerim eşit ağırlıkla paylaşırlar. Üçüncü grupta, tesadüflerin getirdiği, yolumun üstünde, ne bakıyorsun lan narasını atıp, yahut sudan sebeplerle dalaşıp saldıranlar yer alır. Kaçıp kurtulamazdım. Kaçmayı akıl mı edemezdim, yoksa gururuma mı yediremezdim bilmiyorum. Karşılık vermeyi bilmiyordum. Savunma adına yaptığım tek şe

DİŞE DiŞ

 Diş, ilk yazılı kanun, Hammurabi metinlerinde geçiyor. Göze göz cümlesine bitişik. Bizden önceki ve bizim nesil diş hekimi nedir kimdir bilmezdi. İzmir- Kemeraltı,1.Beyler, 2.Beyler, 3.Beyler sokağı dışında, birkaç diş hekimi ya vardı ya yoktu. Bunların da tamamı özel muayenehaneydi. Devlet hastanelerinde diş bölümlerinin açılması 1990'lı yılların başlarına rastlar. Bornova'da diş hekimi olarak hatırladığım ilk isim, 1960'lı yılların ortasında, Yurdun Eczanesi'nin üst katında muayenehane açan, diş hekimi Atilla Elbeyli' dir. Yan komşusu Dr. Rüştü Keresteci gibi çok usta bir karışık tavla oyuncusuydu. 1970'li yıllarda tıp fakültesinde okurken, hemen bitişik binanın alt katındaki, bütün Bornova'nın bildiği, Altaylılar kahvesi olarak da bilinen, daracık, derin, eğri büğrü, gün ışığı giremediği için, floresan lambalarının hiç sönmediği Karaahmet'in kahvehanesindeki iddaalı tavla maçlarını izlerdim. Kahvehanede fazla yer tutmaması için sadece iki tavla vardı

ATA' NIN YETİMLERİ

 Hasan Narlıkuyu, soyadını almış olduğu, bahçesinin bulunduğu, Bornova'nın Narlıkuyu mevkiindeki bağ evinden, Bornova merkezde oturan, kardeşi Nafiye Palandız'ı, ancak ayda alemde, Ramazan'da Kurbanda ziyaret edebilir olmuştu. Romatizmaları vardı, yaşı da hayli ilerlemişti. Çoğu çiftçi gibi, onun da ulaşım aracı uzun kulaklı dostumuz eşekti. Birkaç yıl önce Bornova'ya gelirken eşekten düşmüş belini incitmişti. Yaşlandıkça, eşeğe binmek güçleşir, ve hatta tehlikeli olurdu. 15 yıllık çiftçilik hayatımda, çocuk olduğum halde, bana bile sorun olmuştu. Soyadı kanununun üzerinden 4 yıl geçmiş, soyadlarını ancak öğrenmişlerdi. Soyadı kanunundan önce, insanlar, isimlerinden sonra babalarının ismi söylenerek anılırdı. Soyadı kanunu çıkmasaydı, benim adım Yaşar Niyazi olarak söylenecekti. Eşimin adı Ferhan Talat, oğlumunki Mehmet Yaşar olacaktı. Osmanlı İmparatorluğu'nun bu iki öksüz yetimi sadece Hasan ve Nafiye olarak bilinirdi. Çünkü onların bildiği tek şey, biri 7 yaşında

VEEE PERDE

Ben, Bu dünyaya gözümü açtığımdan 5 yıl sonra, 15 yıl çiftçilik yapmış olduğum bahçemizde, bilinçli olarak, hayatın ne olduğunun farkına varıp, onun uğrunda vereceğim mücadele maratonuna başlamış oldum. Sonrasında geçen 65 yılın, her karesi beynime kazınmış bir film olarak hafızamda canlıdır. Etrafıma baktığımda gördüğüm, üç tarafı dağlar, bir tarafı denizden oluşan, dümdüz bir alanın ortasında yemyeşil bir cennetti. Bu topraklardaki anılarımın tamamını yazıya dökmek için, ne ömrüm ne gücüm yetmeyebilir. 30 Ekim cuma 14.51, birçok insan gibi, benim yaşantımı da, geri döndürülemez bir biçimde etkiledi. Canım hiçbir şey yapmak istemiyor, yaşama sevincimi fark edemiyordum. Bir şeyler yazmaya başlamak için bir sebep bulamıyordum. Ta ki dün sabaha kadar. Yine bu topraklarda, benden 67 yıl sonra doğmuş, Ayda bebek, 91 saatten sonra, pandemi ile örselenen, 6.6 ile yerle bir olan, kapkaranlık dünyamıza, bir güneş gibi doğana kadar. Ben, hayatım boyunca, kimseye ibret olmamış, bir çoğunu da, ki