Kayıtlar

Nisan, 2020 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BERBER

Bir berber bir berbere diye başlayıp devam eden tekerlemeyi duymayan pek yoktur. Berberle ilgili bir edebiyat branşı açılsa yeridir. Askerlik anısı olmayan yoktur. Tabii bankamatik tezkeresinden öncesini konuşuyorum. Ama askerlik anıları toplumun en fazla yarısını ilgilendirir. Berberlik öyle mi ya, kuaförlük moda olmadan önce kadınların da saçlarını berber keserdi. Saçı olan herkesin bir berberi vardır. Olmayanın da sakalı vardır. Sakal kesen berberden başka bir kurum yok. Kendiniz kesersiniz, eğer yüzünüzü kesmeden traşı tamamlayacak kadar yetenekli iseniz. Ben, 1950 de Bornova  ovasındaki bahçemizde dünyaya gözümü açtım. 1955 yazında, daha doğrusu Mayıs'ında dış dünyayı da oradaki bahçede algılamaya başladım. Öncesinde de hatırladığım anılar var. Onları netleştirip tül perde arkası anıları olarak anlatmayı deneyeceğim. Onlar çok eski olduğu için unutma riski daha az. Önce bilincimde olanları kurtarmak istiyorum. Konuşmak zor bir şey. Hele teklemeden konuşmak bir yetenek işi. Ama

SERÇE

Serçe bir kuş türü. 1955 yılının Mayıs sonunda, bugün Ege üniversitesi diye anılan eğitim kurumunun ilk başladığı yerin karşısında, çevik sokak no 18 de bulunan 1 dönüme yakın bahçesi içindeki tek katlı evimizden, doğduğum yıl alınan Bornova ovasındaki bahçemize göçmüştük. Eşek, köpek, ve kediden sonra dikkatimi çekip hafızama yerleşen ilk hayvan olan serçeyi tanımıştım. Dolayısıyla tanışmış olduğum ilk kuş da serçe oldu. Uçuyor olması ilgimi çekmişti. Sinekler  de uçuyordu ama, onlar ailenin doğal bir üyesi pozisyonunda olduğundan olsa gerek, dikkatimi çekmemişti. Çok da güzel ötüşüyorlardı. Genellikle tek değil, sülale boyu uçuşurlardı. Güneş doğarken ve batarken,onu, orkestra halinde karşılar ve uğurlarlardı. Bu konserlerinde seçmiş oldukları ağaç, kokar ağaçları olurdu. Bu meyvesiz, istilacı ağacın dallarında, telaş ile yer bulma çabası gösterip, onun, bir bakıma kiracı meyveleri olurlardı. Hava sahasının kamikazeleri idiler. İnsanlardan da fazla korkmuyorlardı. Çok seri ve hızlıyd

H1 N1 SEKİZ MİLYARA KARŞI

Pandemik influenza, mevsimsel grip dediğimiz hastalığın etkeni. Çok kalabalık varyantları olan, bir virüs ailesinden bahsediyoruz. Bu hastalığı kendi haline bırakırsak, tüm dünyayı 2 yılda dolaşıp ardında en az yarım milyar ölü bırakır. Kronik hastalığı olan insanları da düşünürsek bu rakam çeyrek milyar artar. Bugün dünyamızda haberleşme sorunu yok. Dolayısı ile bu salgın Ocak ayında durdurulabilirdi. Ancak şu anlaşıldı ki insanlar komaya girmeden öleceğine inanmıyor. Virüsün ne olduğu nasıl bulaştığı belli. Alınması gereken önlem belli. Sonuç da ortada. Virüsler o kadar dayanıksız, o kadar çaresiz, o kadar kırılgan ki, biz onlara destek vermesek onlar hiçbir şey yapamaz. Elektron mikroskobu olmasa hiçbir zaman görülemeyecek olan protein fotokopileri. Dünyada 8 milyar insan yaşıyor. Hepsi ayrı telden çalıyor. Hiçbir tehlike karşısında bütünleşemiyor. Virüs ailesinin yeni ve küçük üyesi, tüm dünyayı tek yumrukla knockdown etti. Bu ölümüne maç, mavi gezegen isimli arenada birbirini yok

KARANTİNA

65 yaş üstü olarak, daha doğrusu 70 yaşının idrakinde iken, pandeminin eve kapattıklarından olan ben, şu anda 1976 yılının Eylül ayına sürüklendim. Tıp fakültesini 1 yıl önce temmuz ayında bitirmiştim. Ekim ayında askere alındım. Acemi birliği, uzun adı ile Samsun Sahra Sıhhiye Hizmet Okulu Yedek Subay Öğrenci Bölüğü olan yeni okuluma başladım. Buradaki numaram 13117 idi. Bir sonraki numara, tıp fakültesinde iken benden bir sonraki arkadaşıma ait olan numara ile aynı isimdi. Yani emekli kadın doğum uzmanı Dr Ertuğrul Özer. Tıp fakültesindeki sınıfımız yaklaşık 150 kişiydi. Sınıfın 125 erkek öğrencisinden 90 nı ile aynı birlikte 134. dönem yedek  subay olarak askerlik yapıyorduk. Üstümüzdeki üniforma olmasa 6 yıllık tıp fakültesi 7 yıla uzatılmış zannederdik. Okul aslında 4 ay sürüyor. Fakat biz Samsun'daki son dönem olduk. Çünkü yıllardır Samsun'da konuşlandırılmış okul Ankara'ya taşınacaktı. Bu işlemin Ocak başında bitmesi gerektiğinden, Okulu bir buçuk ay kısaltıp, Aralık

DüNYANIN SAHİBİ

Mal sahibi mülk sahibi, kimdir bunun ilk sahibi yada son sahibi? Asıl soru şu olmalı; Dünya, onu tapulu malı gören, bir mülk sahibi arayışında mıdır? Milyonlarca yıl önce Yukatan yarımadasına düşen bir meteor bunu net biçimde cevaplamıştır. Hayır demiştir. O anda dünya üzerindeki tüm canlılara çok çok azı hariç kırmızı kart göstermiştir. Dünya sıvı bir ateş topu üzerinde konuşlanmış kırılgan mavnalar ve mavnaların bazıları üzerindeki, bizim Okyanus dediğimiz su birikimlerinden ibarettir. Yer kabuğumuz, ateş topumuzun soğumuş kabuğudur. İzmir'de, Alsancak limanı yapılmadan önce, deniz taşımacılığı pasaport denilen yerde, dalgakıranla korunmuş, bir kilometreden daha az bir alanda yapılıyordu. İrili ufaklı bir sürü gemi yanaşırdı. Bu alanda, bazısı, iskele babası denen, silindirik, varil büyüklüğünde demirlere halatlarla bağlı bir sürü ahşap mavna vardı. Üzerine çıkılabiliyordu. Çıktığınızda ahşap kütlenin altındaki denizi hissedebiliyorsunuz. Ayağınızın altında, toprağa bastığınız za

ZULÜM VE BİR VİRÜS MASALI

Zulüm yapana zalim diyoruz. Zulüm,  gücü kötülük amacıyla kullanmaktır. Mevlana, zulüm için, dikeni sulamaktır demiş. Ne de güzel söylemiş. Öylesine bir söz ki insan üzerine daha başka söz söyleme arzusu duymuyor. İlkel toplumlarda pek görülmemesine rağmen, avlanmak için kullanmış oldukları silahları, talan amacıyla birbirine çevirdikleri andan itibaren sistematik zulümü de başlatmış oldular. Zulüm şiddetin siyasal pratiği olmuştur. Sosyal hayat zulüm üzerine inşa edilmiş canlı bir piramittir. En tepedekilerin sırtına bir yük binmez. Ortalarda olanların da hissedilir bir hamallığı yoktur. Bütün yükü taban taşır. Kısaca altta kalanın canı çıkar. Bu hiç değişmemiştir. Bu canlı piramitler, zaman içinde devlete evrilmiştir. Silah orduya, kırbaç vergiye dönüşmüştür. Büyük dehalar kimi zaman piramitin tepesindekine yaranmak için, kimi zaman açlıktan ölmemek, bazen de aile sorumluluğundan, müthiş zekalarıyla, teoriler üretip, daha doğrusu kılıflar dikip modern toplum  diye bir ütopya dizayn e

NİSAN BİR

Bugün doğanlar, anne ve babalarına yapabilecekleri en hoş Nisan şakasını yapmış oluyorlar. 25 yıl önce, hacizlerden dolayı, gün ışığında evime gidemediğim yıllarda, akıl sağlığımı koruyabilmek için uyguladığım stratejilerden biri de sabah koşuları idi. 1990 yılından başlayarak 10 yıl süreyle, yani kolit hastalığından yatağa düşünceye kadar, sabah 6 - 7 arası fuardaki 1840 metrelik koşu pistinde 4 ya da 5 tur atardım. Bana muayenehanesinin anahtarını vermiş bir hekim arkadaşımın mekanında soyunup giyiniyordum. Oradan Alsancak Hocazade cami durağından otobüse binip ikiçeşmelik yoluyla Bayramyerine ulaşıp, öğretmen evine uğrardım. Orada çayımı içip, vitesi boşa alır, yokuş aşağı, önce sola döner, biraz yürür, sağ taraftaki, minik Damlacık camisinin mimarisini hayranlıkla izler, sonrasında merdivenlerden dikkatlice, düşmemeye çalışarak, birkaç yüz basamağı iner, düze gelir, dispanserde ki görevime başlardım. Öğretmenevi çıkışında bir kat basamak çıkıp sağa dönersem, oradaki oldukça büyük b