BABAM VE OĞLU

Babam vefat edeli 33 yıl oldu. Yani ben 33 yıldır yetimim. Birçok baba oğul gibi, bende bu ikilinin çelişkisini dibine kadar yaşadım. Hani, abi kardeş gibiyiz diyenlerden değildik. Üvey baba gibi de değildi. Hatta baba gibi bile değildi. Koca gibi hiç değildi. Ne gibi idi diye sorarsanız, inanın bilmiyorum. Hala araştırıyorum. Ve hala kesin bir şey anlamış değilim. Karşılıklı iki kelime konuşmuş değildik. Emirler nasihatler ve öğütler alırdım. Karşılığında ne vermişim ya da vermemişim bunu da hiç anlamadım. Kendiyle ilgili birşey  anlatmazdı.  Onun hakkında bildiğim ne varsa, sağdan soldan, ablamdan, tanıdıklarından, mahalleliden, komşudan, gittiği camilerdeki arkadaşlarından ne edindiysem hepsi o. İlkokula, ortaokula ve liseye beni yazdıran oydu. Tabir ne kadar caizdir bilmem ama benim velim de oydu. Bu adı geçen okullara toplamda 3 kez geldi. O da kayıt yaptırırken. Velim olduğu için, karneleri de o imzalıyordu. Ona her yıl ikişerden, toplamda 22 karne götürdüm.Tahsil hayatıma katkısı bu karnelerdeki toplam 22 imzasıdır. Bir de bana saate bakmasını o öğretti. Saat benim en sıkıntılı öğrendiğim konu oldu. İlkokul 2 deydim. Tembeller sırasının müdavimi iken, o yıl başlayan sınıf öğretmenimiz her gün, dersteyken sınıftan birini salondaki duvar saatine bakması için gönderiyordu. Gayesi saati bilmeyenleri anlamaktı. Sıra bana gelmesin diye dua ediyordum. Geldi. Utancımdan yerin dibine geçtim. Ben saati bilmiyorum dedim. Bütün sınıf güldü. Çok şaşırdım. Meğer hepsi biliyormuş. O an karar verdim okulu bırakacaktım. Ertesi gün, sabah uykusunu kesmeden devam ettim. Öğlene doğru, babam evde olduğumu fark etti. Sen neden okula gitmedin dedi. Ağlamaya başladım. Suratıma merakla baktığını görünce, olanı anlattım. Yine soracaklar yine gülecekler okula gitmeyeceğim, sen beni demircinin yanına çırak ver dedim. Çünkü okula başlarken bana, eğer okumazsan seni demircinin yanına çırak veririm diye gözdağı vermişti. Pek az konuşurduk ama daha önceki ortak anılarımızdan, şakam olmadığını bilirdi. Kararlı tavırlarım onu daima şaşırtmıştır. Çok şaşırdım, böyle bir şey için okul bırakılır mı dedi. Ben saati öğrenmeden o okula gitmem dedim. Baktı olacak gibi değil, sana bir ara öğretirim dedi. Bir ara sözcüğü ile başlayan cümleler babamın baştan savmak  için kullandığı şablon yöntem. Fakat ben yerimden kıpırdamadım , peki ne istiyorsun dedi. Bana saati öğreteceksen hemen şimdi öğret dedim. Saatimiz yok ne ile öğreneceksin deyince, kenardaki, kırık kapaklı sandığın kapağını çıkarıp önüne koydum. Ters tarafı açık renkliydi. Tencerenin kapağını alıp,bu açık renkli tahtanın üzerine koyarak, kurşun kalemle çevresine bir yuvarlak çizdim. Saat kadranındaki simgeleri  kendimce üzerine işaretledim. Tam merkezine gelecek şekilde, biri daha kısa iki odun parçasını akrep ve yelkovan olarak yerleştirdim. Bütün bunları 2 dakika içinde yapmıştım. Buna da şaşırdı. Çünkü benim bütün hareketlerim daima çok ağırdır. Ama bazen o kadar hızlı olurum ki, herkesten çok kendim şaşırırım. Hemen başladık. Beni en çok buçuk ve çeyrekler zorladı. Bir de 12,5 denmiyor yarım deniyordu. Kala ve geçeler de kafama kolay yatmadı. Her şeyi unutup ,bütün zihnimi yuvarlak şekil üzerinde topladım. Saatimiz olmadığı için ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Duyduğum tek şey, babamın, akrep ve yelkovan olarak tasarladığım iki odun parçasını defalarca değiştirip saat kaç diye soran sesiydi. Babam pek de iyi bir öğretmen sayılmazdı. Fazla sabırlı olmadığını, çekilen kulaklarımın kızarıklığından ve acımasından kolayca anlamıştım. İlk defa, yediğim dayağa fazla üzülmedim. O zamanlar, dayak cennetten çıkarak eğitimin önemli bir parçasını teşkil ediyordu. Yadırganacak bir tarafı yoktu. Alıştırılmıştım. Son dayağımı milenyumdan biraz önce, 50 yaşımdayken yedim.Bu, apartmanda oturan cinsten iki ayaklı bir ayı idi. Sıra kalırsa konuyu etraflıca anlatırım. Bana göre, ülkemizin en sıradışı yazarlarından Hasip Akgül 'e bu ayıyı 200 metre uzaktan gösterme fırsatım oldu. Konuyu Hasip kardeşime açmıştım. İşte o ayı bu ayı dediğimde, Hasip hemen fırlayacak oldu. Sizler bilmezsiniz ama ben bilirim. Hiç haksızlığa gelemez ve hiçbir şeyden gözünü sakınmaz. Fiziğine bakıp gözüne kestiren, anında ne kadar yanıldığını anlar. Mangal yüreklilerdendir. Neyse kolundan yakalayıp durdurdum. Dostluğumuzun hatırına sakin olmasını istedim. Dayağımı yiyeli çok olmuştu. Yediğim dayaktaki kendi payımı da düşünüp, hesabı mahşere bırakmıştım. Hasip kardeşimi gözlerinden öpüyorum. Beni kırmadı olayı orada kapattık. Bu ayı da yine emekli bir subaydı. Yani az asker dayağı yemedim. Akşam olmuş, Aralık ayının kısa kış günü, güneş inmiş hava kararmıştı. Aydınlanma aracımız olan 5 numara gaz lambasını yaktık. Onun cılız ışığında, çizmiş olduğum temsili saat belli belirsiz güçlükle seçilebiliyordu. Ama ben saati öğrenmeden işin ucunu bırakmak niyetinde değildim. Babam ara verip akşam namazını kıldı. Ben kendi kafamdan uğraşmaya devam ettim. O namaz kılarken kendimi şöyle bir yokladım. Odunları el yordamı ile karıştırdım. Ve saati söyledim. Bunu birkaç kez yaptım. Kendimi o kadar vermişim ki, babamın arkamda durup beni dinleyerek kontrol yaptığını ancak fark ettim. Birkaç kez de o değiştirip sordu. Hepsine doğru cevap verdim. Sonunda, saat hocam olarak bana geçer not vermişti. O kadar mutlu oldum ki. Hemen yatıp uyudum. Ertesi gün okula gittiğimde öğretmenimiz beni yanına çağırıp, dün neden okula gelmedin diye sordu. Saate bakmasını öğrendiğimi söyledim. Bir günde mi öğrendin diye sordu. Evet dedim. Sizde saat var mı deyince, yok diye cevap verdim. Ve nasıl öğrendiğimi kısaca anlattım. İnanamadı beni alıp salondaki saatin karşısına götürdü. Salondaki konsol piyanonun yanındaki bu saat, oyma ahşap çerçevesi ve yaldızlı sarkacı olan, kadranı bembeyaz zeminde , romen rakamlı bir sanat eseriydi. 1963 yılında okulla birlikte yanmıştı. Öğretmenim saati sordu cevap verdim. Romen rakamlarını bilmememe rağmen doğru cevap vermem onu daha da çok şaşırttı. Çünkü ben evde yapmış olduğum temsili saate rakam yazmamış, büyükçe noktalar koymuştum. Önemli olan rakamlar değil onların yeriydi. Çünkü camilerdeki duvar saatleri arap rakamları ile yazılmıştı. Arap rakamlarını da o saatlerden öğrenmiştim. Romen rakamları, okulda derste öğrenilebiliyordu. Sınıfta yarım düzine öğrencide kol saati vardı. Bornova'nın hali vakti yerinde ailelerinin çocuklarıydı.Görmek istediğimiz zaman büyük bir memnuniyetle, şov kıvamında gösteriyorlardı. O saatlerin kadranları da birbirinin aynı değildi. Öğretmen beni salondaki saatin karşısından alıp, tekrar sınıfa döndü. Saati olanları teker teker çağırıp, ayarlarını değiştirerek bana defalarca sordu. En son kendi saatinin ayarını değiştirip tekrar sordu. Hiç yanlış yapmamıştım. Öğretmenin saat kadranında rakam da yoktu. Hepsini doğru cevapladığımdan emindim. Öğretmen, peki öğrenmeseydin ne yapacaktın dedi. Okulu bırakacaktım dedim. Dudak büküşünden inanmadığını  anladım. Bugün kendime soruyorum yapar mıydım diye. Sınıfın en bakımsız ve sahipsiz olanıydım. Bu çerçevede çoğu kez alay konusu oluyordum. Hoşuma gitmiyordu ama haklıydılar. Gördükleri şeyi değerlendiriyorlardı. Bunları sineye çekmeye alışmıştım. Herkes istediği gibi düşünebilirdi. Onlar beni nasıl görüyor olursa olsun, ben onları kendimden yukarıda görmüyordum. Fakat saate bakmak gibi öğrenilmesi gereken basit bir şeyi bilmemek suretiyle alay konusu olmak ve herkesi kendime güldürme fırsatını gümüş tepsi içinde başkalarına sunmak, benim kendi aklıma kabul ettirebileceğim bir şey değildi. Saate bakmayı öğrenmeseydim ertesi gün okulu bırakırdım. Çünkü istemediğimi yapmamak benim için her şeyin öncesinde geliyordu.

Yorumlar

  1. Merhaba Kafka Yaşar abi...Sizi radyo Karavan yayınlarında tanıdım...Youtube' daki programlarınızı izlemiştim ve sizi çok sevmiştim.Bloğunuzu da ilgiyle takip ediyorum.Gerçekten film gibi bir hayat yaşamışsınız...Hatıralarınızı, gözlemlerinizi yazmaya devam edin lütfen.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Radyo karavan günlerinde hiç görmeden özel frekans ikizleri edindiğim için çok mutluyum. Her zaman söylüyorum, bu platform ülkenin en özel STK sı.
      Sizleri çok seviyorum.
      Sevgiler.

      Sil
  2. Yaşar Abi'nin Duvar Kitabevi'ne uğradığı günlerden birinde hemen her zaman olduğu gibi onunla bir kenara çekilmiş kahveci Şehmuz'un getirdiği çaylarımızı yudumluyorduk. Bir keyifsizlik olduğunu hissettim. Aslında o her zamanki sessiz, halim selim ama gülümsemesi eksik olmayan yüzüyle kitapçıya gelip gidenleri seyrediyordu. Henüz başına gelen onca felakete karşın fuardaki sabah koşularını, okumalarını, özenli saç sakal bakımını ihmal etmemeye çalıştığı dönemdi. Çok detaycı ve özenli bir hekimdi. Dikkatlice bakınca o gün gülümsemesinde bir acılık olduğunu fark ettim. hem acı çekiyor hem de bunun anlamını bulmuş bir aziz gibi gülümsüyordu.
    Bazen hiç konuşmadan yan yana oturup sonra el sıkışıp öpüşerek ayrılma anlarımız olurdu. Bazen de onun öğlen paydosuna sığdıramadığımız ertesi günlerin öğle paydoslarında devam eden dizi muhabbetlerimiz. Bugün sessiz günlerden biri olacak sanırken o gülümsemesini bozmadan "çok kötü bir dayak yedim" diyerek konuşmaya başladı. Aslında basit bir iletişimsizlik sorununu insanlığın en eski yöntemi olan kurban ritüeline dönüştürmüş ilkel bir insanın saldırısına uğramıştı. Adam tanrılarına sunabileceği birini bulmuş, tüm meselelere çözüm olabilecek adağa ne yapılması gerekiyorsa onu yapmıştı. Anlatırken adama hiç kızmıyor, arada kendine şaşırdığını söylüyordu. Bir ara mizahi bir olaymış gibi anlatmayı sürdürünce duygularının karışık olduğunu anladım. "Adam beni öyle güzel dövdü ki anlatamam sana.." Çünkü Yaşar Abi çok düzenli olarak yıllardan beri spor yapan bakımlı, o sıralar elli yaşlarında olsa gerek, kendini koruyabilecek bir insanken nasıl olmuştu da böyle bir olay başına gelmişti diye dinlerken çok üzülmüştüm. O da muhtemelen bunu görmüş olmalı araya komik unsurlar serpiştiriyordu. Ancak o gün Yaşar Abi gittikten sonra bunun sıradan bir günlük kavga olmadığını, onun yaşamı içinde derin bir anlam taşıyabileceğini hissettim. (Devamı aşağıda)

    YanıtlaSil
  3. Nitekim o olaydan sonra Yaşar Abi'nin saçları hızla beyazlaştı. Neredeyse bir kaç ay içinde bembeyaz oldu. Bana göre bu olay onun kafasında çözümsüz bir şekilde uzun yıllar sürmüş o meşum olayın (ailenin bütün topraklarının müteahhitler tarafından gaspı ve Yaşar Abi'nin yıllar yılı maaşı dahil her kuruşuna haciz yoluyla yapılan saldırı) son perdesiydi. Kendisini bu olaydan ötürü çok suçlu hissederdi. Kolit de zaten bu yılların bağırsaklarına kondurduğu bir nişandı. Neden böyle olduğunu, buna nasıl izin verdiğini anlayamıyor, getirdiği her türlü açıklama içindeki öfkeyi ancak bir süreliğine yatıştırabiliyordu. Yaşar Abi'nin hayatı bırakmayan, sporunu, bakımını, ilişkilerini ve işini titizlikle sürdüren yanı bu sorunla başa çıkma konusunda filozofisi ile birleşip bir denge kurmaya çalışsa da çoğu zaman terazinin uçları gidip geliyordu. Bana göre işte bu dayak hadisesinden sonra ilk kez haksızlık denen şeyle çok somut bir şekilde yüzleşti. Hayatta haksızlık diye bir şey vardı. Bunu, bana göre ilk kez o olaydan sonra idrak etti Yaşar Abi ve durumu (ailenin trajik varlık kaybı ve saflığını) kabullendi. O ana kadar kafasında bu haksızlığa karşı sürdürdüğü kavgaya son verdi. Bu olaydan sonra saçları beyazladı, koşuyu bıraktı (yürüyüşe dönüştürdü), okumak için benden artık kitap istemez oldu. Yaşar Abi ile tüm zamanlar içinde Kitapçı dükkanı dışında birkaç kere buluşup sohbet etmişliğimiz de oldu. Bunlardan biri Bornova'da çocukluğunun geçtiği virane konumundaki yere birlikte gittiğimiz gün oldu. O olaydan sonraydı ve duygulu bir gündü. Beni o gizemli evin içine soktu. Bir çok ayrıntı anlattı, kendi icadı olan ve ders çalışmak için yaptığı masa ile sehpa arası aparat bunlardan biriydi. Bana hatıra olabilecek bir iki tozlu eşya verdi. Severek kabul ettim. Alacak mafyası ve hacizci işbirlikçiler bir tek bu viraneye dokunmamışlardı. Sonra o gün o evden çıkıp onun el konulmuş aile topraklarında dizi dizi kondurulmuş siteleri görmüştük. Benim onu derinden hissettiğimi bilirdi ve böyle bir paylaşımı belki de ilk kez benimle yapıyordu. İşte yukarıda Yaşar Abi'nin anlattığı o ayıyı büyük bir tesadüf eseri o an orada uzaktan görüverdik. Yaşar Abi "İşte o!" deyince gerçekten gün boyu sevdiğim bir insanın acılarından ajite olmuş biri olarak sağduyumu yitirdim. Ama Yaşar Abi benim de bir ayıya dönüşmemi ısrar ederek önlemişti. Yaşar Abi kurban olduğunu kabul ettikten sonra, haksızlığa uğramış ama karşıtına dönüşmemiş bütün kurbanların izlediği yoldan geçerek benim gözümde Aziz olmuştur.

    YanıtlaSil
  4. Sevgili Hasip kardeşim, harika anlatmış. Üzerine eklenecek her kelime bu muhteşem yoruma haksızlık olur. Gözlerinden öpüyorum.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS