SERÇE

Serçe bir kuş türü. 1955 yılının Mayıs sonunda, bugün Ege üniversitesi diye anılan eğitim kurumunun ilk başladığı yerin karşısında, çevik sokak no 18 de bulunan 1 dönüme yakın bahçesi içindeki tek katlı evimizden, doğduğum yıl alınan Bornova ovasındaki bahçemize göçmüştük. Eşek, köpek, ve kediden sonra dikkatimi çekip hafızama yerleşen ilk hayvan olan serçeyi tanımıştım. Dolayısıyla tanışmış olduğum ilk kuş da serçe oldu. Uçuyor olması ilgimi çekmişti. Sinekler  de uçuyordu ama, onlar ailenin doğal bir üyesi pozisyonunda olduğundan olsa gerek, dikkatimi çekmemişti. Çok da güzel ötüşüyorlardı. Genellikle tek değil, sülale boyu uçuşurlardı. Güneş doğarken ve batarken,onu, orkestra halinde karşılar ve uğurlarlardı. Bu konserlerinde seçmiş oldukları ağaç, kokar ağaçları olurdu. Bu meyvesiz, istilacı ağacın dallarında, telaş ile yer bulma çabası gösterip, onun, bir bakıma kiracı meyveleri olurlardı. Hava sahasının kamikazeleri idiler. İnsanlardan da fazla korkmuyorlardı. Çok seri ve hızlıydılar. Onları, tanır tanımaz sevdiklerim listesine eklemiştim. Bazı insanlara serçe lakabı takılıyordu. Küçüklüğümde, Fransız Chansonlarının kraliçesi Edith Piaf, kaldırım serçesi ismi ile anılırdı. La vie en rose, padam padam başta olmak üzere şarkıları pek sevilirdi. Edit Piaf onun gerçek adı değildi. 48 yaşında kanserden ölen sanatçı, bataklıkta çırpınan, ağıt yakan bir savaşçıydı. İki Dünya savaşı görmüş, yokluk ve sefaletin destanını yazmıştı. Şarkılarını söylemek için bir sahne aramamış kaldırımlarla yetinmişti. Piaf kelimesi, fransızcada serçe anlamına geliyordu. 60'lı yılların başlarında öldüğünde, şansonlar öksüz kalmıştı. Mireille Mathieu tüm gayretine rağmen, bu öksüzlere iyi niyetli bir üvey anne olmaktan ileri gidememişti. Tıp fakültesi 5. Sınıftayken, kampüs içindeki MÖTBE binalarının yanındaki minik ama sevimli, yanında PTT bürosunun bulunduğu kantinde, şarkı söyleyen birisi dikkatimi çekti. Etrafı kalabalıktı, göremedim. Demek ki pek ufak tefekti. Ama sesi ortalığı inletiyordu. Medikososyalden ilaç alacaktım. Her yıl ortalama geçirdiğim 3 gripten ilkine yakalanmıştım. Konseri dinlersem Medikososyal kapanacaktı. Bu Ziraat fakültesi birinci sınıf öğrencisi, her öğlen konser verirmiş. Serçe gibi ötüyordu. Yani çok güzel söylüyordu. Aynı yıllarda, eşim İzmir'e tayin olup, Üçkuyular İnönü Lisesi'nde matematik öğretmeni olarak görev yapıyordu. Okul müdürü eşimle meslektaştı. Bir gün tanıştık. Bugün kantin konserini dinlemiş olduğum, Ziraat fakültesi birinci sınıf öğrencisinin babası idi. Masasının arkasında, oturduğu koltuğu tam dolduran, kalın cam gözlüklerinin ardındaki seçemediğim ama onlardan fışkıran ciddiyet ve disiplini hissettiğim, 45 yaşlarında birinci nesil Cumhuriyet öğretmenlerinin son temsilcilerindendi. Ogün kantinde şakıyan, Sezen Aksu daha sonra minik serçe ismi ile efsane olacaktı. Sesiyle ve babasıyla tanışmış ama kendisi ile karşılaşmamıştım. Büklüm büklüm isimli parçasını çok severim. Daldan inip yollara konmuş bir serçe daha vardı. 1971 yılında, yabancı, Fiat patenti ile üretilip, yerli havası verilerek Murat 124 ismini almış, jargonda, Hacı Murat, Hacı Muro olarak ün salmış arabanın son ismi Serçe idi. Yanlış hatırlıyorsam Hasip kardeşim beni düzeltsin. Milenyum öncesi, bir ayının, bana vermiş olduğu dayak servisi ile ilgili olarak anlattığım olay yeri ziyaretini onun Serçesiyle yapmıştık. 1979 kışının ilk günlerinde, Alman profesör Ortwin Giebel'in yanında asistandım. Moenchengladbach, Ev. Krankenhaus Bethesda Anesthesie & İntensiv Medizin Abteilung direktörüydü. Sağ ise bugün 95 yaşında olması gerekiyor. Son derece sert, disiplinli, pek gülmeyen bir hekimdi. İlişkimiz insani boyutlarda düz çizgi çiziyordu. Onun Türkçesi hiç yoktu. Benim almancam hiçten iyi, mükemmelin çok çok altındaydı. Onun konuştuklarını anlıyor, fakat verilmesi gereken cevaplarda eksik kalıyordum. Yanlış konuşmaktansa tek kelimelik uygun cevap ya da bedendili tercih ediyordum. Tatmin olmasa da sabır gösteriyordu. Birgün, neredeyse bir paragraflık konuştuktan sonra, aldığı tek kelimelik  Almanca cevap onu gülümsetti. Hafta sonu, klinik çalışma değerlendirilmesi toplantısındaydık. Meslektaşlarım, Alman Dr. Kaumans, Kolombiyalı Dr.Regueros, sırp Todorovic, hırvat Zeidler, türk Tuncay Postacı hep birlikte oturuyorduk. Şefin gülümsemesine alışık olmayan kadro hafif şaşkındı. Şef bana döndü, hep Herr Güler diye başlayan cümle, bu kez, İlk defa duyduğum, Spatz diye bir kelime ile başlamıştı. Devamında şöyle diyordu: ne zaman cevap alacağım? Ben sadece gülümsedim. Akşam sözlüğe baktığımda, bu sözün almancada serçe anlamına geldiğini öğrendim. Klinikteki adım serçe olmuştu. Hekim dışındakiler Herr Güler demeye devam ediyordu. Ben de onlara içimden Kartal diyordum. Çünkü onlar tarafından parçalandığım hissine kapıldığım zamanlar oluyordu. Bir zaman sonra, kış şiddetini arttırdı. Gazetelere göre Almanya'daki, yüzyılın en soğuk kışıydı. Her taraf kar buz. Hastanenin Heim denen tek odalık birimlerden oluşan sosyal tesisinde kalıyordum. Hastanenin bahçesinde, bu 4 katlı binadan, hastane girişine kadar olan 150 metrelik mesafede bile en az bir kez, kayıp düşüyordum. İzmir'de kar ya da buz görmeye alışık değildim. Her yıl, en az 3 kez H1 N1 virüsüyle yapmış olduğum eleme maçları mevsimi gelmiş, ancak henüz bir maç bile oynamamıştım. Kaygılanıyordum. Önce Alman Kaumans grip oldu, hepimiz maskeliydik. Şef, onu evine gönderdi. Sırasıyla hepsi hasta oldu, Hepsi evine gönderildi. 2 hafta gelmeyeceklerdi. Tuncay da hastalandı. Profesör ve ben ayakta kalmıştık. Cerrahi, kadın doğum, çene cerrahisi, ortopedi klinik hekimleri de fire vermiş ancak yarısı ayakta kalmıştı. Hastanenin 4 ameliyathanesi vardı. Erteleyebildikleri ameliyatları ertelediler. Bazı operasyonlar çok hayati önem taşıyordu. Ertelemek mümkün değildi. Şef beni karşısına aldı. 27 yaşındaydım, o beni ikiye katlıyordu. 1926 doğumluydu. İnce işler benden, ağır işçilik senden 4 ameliyat salonunda birlikte çarpışacağız var mısın dedi. Varım dedim. 2 hafta, 4 ameliyathane arasında mekik dokuyarak işleri aksatmadan devam ettik. İşler normale döndüğünde,hiç kimsenin bana serçe demediği dikkatimi çekti. İsmim, yeniden
Dr. Herr Güler olmuştu. Başta profesör olmak üzere, hiçbir meslektaşım serçe demiyordu. Birgün, şef odasına çağırdı. Odada cerrahiden Dr Kamil Berktin de vardı. Şef bana önemli bir şey söyleyeceği vakit, tercüme etmesi için onu çağırıyordu. Kamil abi uzun yıllar o hastanedeydi. Profesör onun türkçesine de, almancasına da çok güveniyordu. Bana, iznim olmadan serçe dediği için özür dilediğini söyledi. Böyle dediği için kızıp kızmadığımı sordu. Probe Zeit sürecindeydim. Bu en az 6 aylık süreçte amirler, çalışanı sorgusuz sualsiz atabiliyordu. Uygun cevap için süre kazanmak istedim. Çiftçilik yaptığım günlerde, kitap cümleleri ile konuştuğum için, çiftçiler tarafından alay konusu olduğumu, talebe ismi ile beni dışladıklarını anlattım. O gün onlara kızmak gibi bir lüksüm olmadığını söyledim. Ayrıca serçe en sevdiğim kuştur diye ekledim. Bir almanın duygu taşıyacağını, hele Katolik kilisesinden şövalye madalyası sahibi, Eyalet sağlık bakanı müsteşarı bu dev adamın söylediğimi anlayacağını hiç tahmin etmemiştim. Kısa bir sessizlikten sonra, bana bir zarf uzattı. İçinde bir sürü mavi kağıt para vardı. O zaman Almanya'da çalışanlar bilir. Mavi Schein her şeyi halleder diye bir söz vardı. Burada, 100 Alman markı kastediliyordu. Şef, fazla çalışmama karşılık, hastane idaresinden ödeme alamamıştı. İkimiz kendi aramızda böyle bir karar vermiştik. Ama hastanenin ameliyathanelerini çalıştırmak onun sorumluluğundaydı. İşin yürümesi için dışarıdan iki anestezi uzmanı getirtmesi gerekecekti. Kimseye muhtaç olmamıştı. Cebinden vereceği paranın yarısını hesaplayıp bana hediye etti. Kabul etmeyeceğimi söyledim. Yıllık gelirinin 200.000 markın üzerinde olduğunu, benim gelirimin 10 misli kazandığını, vermekte ısrar ettiğini söyledi. Kabul ettim. El sıkıştık. Son cümlesi şuydu: eğer ben ayrılmak istemezsem, bu hastanede ya da, o buradan ayrılırsa, onun çalıştığı her yerde, hekim olarak beni yanında çalıştıracak ve işten atmayacaktı. Ve o, bu
 sözünü tuttu.

Yorumlar

  1. Arkadaşlığımızın daha yakın olduğu dönemlerde dinlemek ne kadar keyif veriyordu bilemezsin! Ama okurun olarak aldığım tat bunun çok üstünde, bunu bilesin! Yaşar Abi seni okumak keyif veriyor...İyi ki varsın...

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Hasip, o günlerde Yaşar Güler' in çok parametreli hayatını yaşıyordum. Çok stresli ve mesuliyetliydi. Bu süreçte, kriz yönetiminde istemim dışında sivriliklerim oluyordu.
      Bugün, onların çoğunu törpüledim.
      Yaşar Güler'in hayatını yazıyorum. Onu, 70 lik birinin gözüyle yazmak çok daha kolay. Aradaki farkı çok iyi farketmişsin. Gözlerinden öperim.
      Sevgiler.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS