ANADAN ÖKSÜZ BABADAN YETİM

1974 yılının sonbaharında, kış öncesi, sonbaharın son ılık günlerinde gece saat 11.50 civarında eve dönmekteydim. Tıp fakültesi son sınıftaydım. 25 bini  bulmayan nüfusu ile Bornova, 1 Nisan 1959 daki, ilçe statüsüne kavuşur kavuşmaz, yakalamış olduğu müthiş büyüme ivmesine rağmen, halen sessiz, sakin, bir yavaş şehir özelliğini kaybetmemişti. Şimdilerde, gençlerin tercih ettiği spor giyimin favorisi marka ayakkabıları ancak yabancı filmlerde görüyorduk. Kösele tabanlı klasik ayakkabılar, saltanatlarını sürdürüyordu. Bunlar ayak sağlığı için idealdi. Fakat topuk ve burunları kolay aşınıyordu. Çok da pahalıydılar. Eskimesini yavaşlatmak için burun ve topuklarına demir çaktırırdık. Yaz kış giyerdik. Ayakkabı boyasını, cilasına kadar kendim evde yapardım. Demir çaktırma işini 3 ayda bir,Bornova merkezindeki, pazaryeri yolunda, ara sokaktaki Kenan ustaya yaptırıyordum. Berberim gibi, o da benim için vazgeçilmezdi. Zamanla samimi olduk. Üç ayda bir, senede 4 kez, benim tabirimle, ayakkabılarımı nallıyordu. İşte gece saat 12'ye doğru, Bornova'nın sessiz sokaklarından eve dönerken, gecenin sessizliğinde, bu ritmik nal sesleri adımlarıma eşlik ediyordu. Karakurum sokağı geçip, fırın sokağına saptıktan sonra, Bornova büyük camiden inip ovaya doğru giden yol ve evimizin olduğu bilgi sokağın yaptığı dörtyol ağzına ulaşırdım. Bilgi sokak, dörtyol ağzının en dar sokağıydı. İki tekerlekli at arabası zor sığardı. Sokak, başından ortasına doğru önce sola, bizden önceki ev hizasında sağa kavis yapar, 2 ev sonra 90 derecelik bir açıyla sağa dönüp genişler, sonra arkamızı çepeçevre dolanan, son kısmında darlaşmış bir yolla birleşir, sağında çok büyük bahçeli, yüksek duvarlı bir köşk, onun karşısında, yani sol taraftaki 6 evi kat eden en az 15 derece eğimli son kısmı ile Çay mahallesi caddesi'ne birleşirdi. Çay mahallesi caddesi, Köprü başından başlayıp, bugünkü stadyum hizasına kadar devam eden, sağlı sollu küçük bahçeli, günün her saati hareketli, Anadolu'dan göç etmiş işçilerin oluşturduğu, Bornova çayı'na komşu, çok kalabalık bir mahalleyi bizim sokağa bağlıyordu. Bu bahsettiğim yol, Bornova'nın en kalabalık bölgesini Bornova Cumhuriyet alanına bağlıyordu. Bu alanda İzmir'e giden otobüsler ve civarında 4 ilkokulun 3'ü bulunuyordu. Bütün çalışanlar ve okula gidenler gündüz saatlerinde bu tozlu Arnavut kaldırımlarını arşınlardı. Fakat 60'lı yılların sonlarında Arnavut kaldırımlarının üzerine beton dökmek moda olmuş, kendini süzecek toprak bulamayan sular, kah akarsu, kah göl olmuştu. Ancak yağmur yağmadığı zamanlar,evlerinin önünü süpüren ev kadınları için bir kolaylık olduğunu da kabul etmek gerekirdi. Anlatmış olduğum bu yol akşam vakti tenhalaşır, yassı namazından sonra in cin top oynardı. Benim eve dönüş saatimde neredeyse kimseye rastlamazdım. Nerede olursam olayım, kendimi ayarlayıp, onikiye beş kala evimize varıp, 6 metrekarelik odamdaki, 5 numara gaz lambasını yakarak, el büyüklüğündeki, kalem pille çalışan Aiwa marka radyomla, tam 12'de başlayan, İzmir il radyosunun  1 saat süren gece ve müzik programına yetişirdim. Radyo yayını saat 01 de sona erer, ben de lambaya püf deyip yatar uyurdum. Tıp fakültesini bitirinceye kadar böyle sürüp gitti. Bahsetmiş olduğum sonbahar gecesi de bunlardan biriydi. Bizim sokağın başına geldiğimde, her şey her zamanki gibiydi. Bizim ev, sokağımızın en dar ve karanlık bölümündeydi. 10 numaradaki evimiz, sağ taraftaki 5. evdi ve sokak başından, sokaktaki kavis nedeniyle görünmezdi. Sokağın sol tarafındaki evlerden ilk dördünün giriş kapıları bizim sokağa açılmıyordu. İlkinde pencere yoktu. Düz, taş duvardı.  Sonraki üçünün, orta büyüklükteki pencereleri yüksekte, panjurları da hep kapalıydı. Dönüş saatimde, yarı karanlık ve ıssız bu sokak korku filmlerini aratmıyordu. Sokağa girdim. 6 numaralı evin kapısı aralandı. Bir gölge dışarı süzülüp yolumu kesti. 1956 yılında bu mahalleye taşındığımızda, henüz ilkokula başlamamıştım. Sağ taraftaki 4 evin oturanları ya ölmüş ya da taşınıp gitmişti. Yeni gelenlerle de fazlaca bir tanışıklığımız olmamıştı. Yolumu kesen, 40 yaşlarının biraz üzerinde, kıvırcık saçlı, pos bıyıklı, uzun favorileri olan, 1.70 boylarında, tıknaz, hafif göbekli, eli sigaralı biriydi. Siyah pantolonunun üzerine daha açık renkli damalı bir gömlek giymişti. Gömleğinin üstten iki, alttan bir düğmesi açıktı. İçindeki beyaz atlet, boynundan fışkıran kara göğüs kıllarını zapt ediyordu. Alttan açık düğmenin sol tarafındaki şişlik, beline sokuşturduğu orta büyüklükte bir ekmek bıçağını ancak örtüyor ama gizlemiyordu. Belli ki beni beklemişti. Topuk seslerimi de tanımıştı. Bu adam, camekanlı arabasıyla çarşıda seyyar köftecilik yapıyordu. Sokağımıza taşınalı birkaç yıl oluyordu. Kaçırmış olduğu kızla taşradan gelmiş bu eve yerleşmişti. Çarşıda bazen rastlardım. Seyyar arabanın altına sakladığı büyük boy şarap şişesi dikkatimi çekmişti. Onunla ilgili bütün bildiğim buydu. Sol elini sağ omuzuma koydu. Sağ eli ekmek bıçağının sapına yakın bir şekilde belindeydi. Ağzı şarap kokuyordu. Körkütük sarhoştu. Ağzında bir şeyler geveledi. Çoğunu anlamadım. Karısından kıskanıyordu. Beni de tehdit ediyordu. Söylediklerini anlamadığım için ne ile tehdit edildiğimi de anlamadım. Hiç cevap vermedim. Çok küçük adımlarla sol tarafa çekilip, yavaş yavaş evime gittim. Arkamdan hala böğürüyordu. Evimizin kapısını sessizce açtım. Çok dar bir girişten sonra sol tarafa dönüp odama girdim. Evimizin  dar odaları ve aradaki geçişler, gece karanlık gündüz loş olurdu. Odama girip gaz lambasını yaktım. 15 dakika kadar Radyo dinledim. Sakinleşirim zannediyordum. Olayın negatif enerjisi peşimi bırakmadı. Bitişik odada köpek ve eşek ikamet ediyordu. Yani orası ahırdı. Daha iç tarafta, 12 yaşındaki, 9 numaralı kardeşim Yavuz, babam ve annem kalırdı. Annem çoklukla olduğu gibi yine Manisa'daki akıl hastanesinde idi. Kardeşim yatsı namazından önce yatıp uyurdu. Babam o uyuduktan sonra yatsı namazını kılar, çoğu kez üç dört saat Kur'an okurdu. Bitişik komşular rahatsız olmasın, kardeşim de uyanmasın diye sesini fazla yükseltmezdi. Ben de, aynı sebeplerden radyomu tek mikrofonlu kulaklıkla dinlerdim. Babamla 5 yıldır diyaloğumuzu sıfıra yakın bir çizgiye indirmiştik. İlan edilmiş bir küslük yoktu. İkimiz de geri adım atmıyorduk. 1 hafta önce, o geri adım attı. Bana karşı gösterdiği ilk olgunluktu. Ona da yakışmıştı. Keşke daha sık yapsaydı. Ben kendimce haklıydım. Ama soğukluğu devam ettirmeyi anlamsız görüp, inadımdan vazgeçtim. Hiç yapmadığım bir şeyi yapıp, kapımdan çıktım, karanlıkta ayak yordamıyla yolumu bulup penceresiz kapısının önünde içeriyi dinledim. Çok hafif bir Kur'an sesi duydum. Kardeşimi uyandırmamak için usulca seslendim. Hiç yapmadığım bir şekilde, babama, koltuğunun altına sığınır gibi yumuşak bir ses tonuyla, girebilir miyim diye sordum. Şimdi Kur'an okuyorum ertesi gün konuşuruz diyeceğini sanıyordum. O da, onun kapısını ilk defa çaldığımı biliyordu. Sanki ona muhtaç olduğumu hissetmişti. Hayrola oğlum, bir şey mi oldu? Yüzün sapsarı olmuş, gel otur diye yanındaki minderi gösterdi. Biz evimizde yere otururduk. Sandalye koltuk bilmezdik. Bu sıcacık davet üzerine oturmuş olduğum minder, hayatım boyunca oturduğum ve oturacağım en huzurlu oturaktı. Dayak yemiş bir kedi yavrusu gibi yanına iliştim. Olanı anlattım. En küçük teferruatı bile atlamadım. Hiç sözümü kesmeden ve bütün dikkatiyle beni dinledi. Okuduğu kur'an-ı bile kapatmıştı. O gün, sıkıntılı bir insanın nasıl dinlenilmesi gerektiğini ondan öğrenmiş oldum. Belli etmedi ama çok üzülmüş ve öfkelenmişti. Sen ne yaptın diye sordu. Hiçbir şey yapmadım, hiçbir şey konuşmadım deyince aferin dedi. Sarhoş ile muhatap olunmaz, onlar deliden bile tehlikeli olur diye ekledi. Sonrasında, ne yapacağım diye sordum. Hiçbir şey yapmayacaksın. Bu işi bana bırakacaksın, git yat her zamanki gibi okuluna devam et dedi. O, bu işe hallolmuş gözüyle bakıyordu. Ben ise kaygılıydım. Yine de biraz rahatladım. Müzik dinlemeye kaldığım yerden devam edip saat 1'de Radyo kapanınca yattım. Hayrettir ki hemen uyumuştum. Ertesi gün, gece aynı saatlerde sokağa tedirgin girdim. Ama görünürde kimse yoktu. Sonraki günlerde de kimse yolumu kesmedi. Beli bıçaklı köfteci karşılaştığımızda beni görmezden geliyordu. Zaten ancak birkaç kez karşılaştık. 62 yaşında, kendi halinde, çelimsiz, başı takkeli, ütüsüz pantolonlu, ayağı çizmeli, eski ceketli, yaz kış yün hırka giymiş babam Hacı Mehmet Niyazi Güler ne yapmıştı da bu bıçkın köfteciyi hizaya getirip beni kurtarmıştı. Bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Zaten pek konuşmazdı. Kimseyle yüz göz olmazdı. Şaka da yapmazdı. Güldüğünü de pek görmemiştim. O günden sonra babamla zıtlaşma yaşamadık. Ben de eskisinden çok daha fazla dikkat gösterir olmuştum. Kafamda bir baba ne işe yarar soru cümlesi 24 yıl sonra cevabını bulmuştu. Beli bıçaklı köfteci, iki yıl kadar sonra, bir öğle vakti, şarap içerken, kalp krizi geçirip ölmüştü. Babam13 yıl sonra yine bir sonbaharda, 27 Kasım 1987 tarihinde Alzheimer den vefat etti. Bizi tanıyan hiç kimse, bu söylediğime inanmaz. Onu 33 yıldır çok özlüyorum. Hele başıma gelenlerden sonra. Yanımda olsaydı, yine dayak atsaydı dediğim çoktur. Yaşı ne olursa olsun, annesi ölen öksüz babası ölen yetimdir. Bugün Ramazan'ın 15. günü. Ay takvimine göre düzenlenmiş hicri yılda, her ayın 15'i dolunaydır. Dün harika bir dolunay vardı. Söylendiğine göre süper dolunaydı. Pek bilinmiyor ama dünya yetimler günü olarak anılır. İthal kültür olmadığı için, ülkemizde hiç tanınmayabilir de. Unicef'in verilerine göre dünyada her gün 10000 çocuk yetim, bir o kadar da öksüz kalıyor. Dünyada çeyrek milyara yakın öksüz ve yetim var. Bunlar tepişen atların yavruları. Covid19 da bunlara binlercesini ekleyecek. Dünyaya, insanlık değerleri üzerine nutuk atmaktan bıkıp usanmayan Batı, Avrupa'nın ortasında, Bosna Hersek savaşındaki, Boşnak katliamını, arenadaki kan banyosunu izler gibi seyretti. Bu lanet savaşta 300.000 Boşnak, Sırp katiller eliyle öldürüldü. Bir o kadarı da sakatlandı. Öldürülenlerin yarısından çoğu, yaşlı, kadın ve çocuktu. Kadınların büyük kısmı tecavüze uğradı. Savaşın 3. Yılında, Serebrenica'daki faciayı bugün kaç kişi hatırlıyor bilmiyorum. Orası, silahsız mültecileri barındıran bir kamptı. O Boşnakların canı, onları korumakla görevli Hollandalı bir generale emanet edilmişti. Bu alçakların efendisi şerefsiz, 8372 Boşnak kurbanı, Sırp kasaplara teslim etti. Hepsi öldürülüp, bir çukura atıldı. Yeminli Türk düşmanı,  büyük dedem kolağası Abdullah Bey'in de katilleri, bu alçaklar Boşnakların toplu mezarı üzerinde, tepinerek zafer çığlıkları attılar. Zevkten delirmiş bir şekilde Türklerden, Kosova'nın intikamını aldık diye nara atıyorlardı. Halbuki, ayaklarının altında yatan cesetlerin içinde Türk yoktu. Onlar da kendileri gibi Avrupalıydı. Müslüman olmaları dışında bir suçları da yoktu. Bu katillerin de din savaşı ile bir ilgisi yoktu. Onlar Yugoslavya'nın dizaynı sırasında, oraya Truva atı olarak, azınlık statüsünde yerleştirilmişti. Gayeleri, azınlık durumundan çoğunluk durumuna gelecek miktarda çoğalmaktı. Normal akışla hallolamayacak bu işi, gerekli miktarda Boşnağı öldürerek çözme yoluna gittiler. Komşularının parasına malına karısına kızına göz dikmişlerdi bir  kez. Aynı senaryo daha önce Slovenya ve Hırvatistanda , daha sonra da Makedonya, Kosova, Karadağ içinde sahneye konulmuştu. Ama oralarda böylesi bir katliam yaşanmadı. Can kayıpları öngörülen seviyelerde kaldı. Çünkü onlar müslüman değildi. Balkanlarda ve dünya genelinde 1 numaralı suç Müslüman olmaktı. İşin en tuhafı, petrodolar milyarderi zengin Arap ülkelerinden tık çıkmıyordu. Zengin Batı, bir tek parmak işareti ile fakir olan Müslüman devletleri zaten kolayca susturabiliyordu. Ayrıca onlar konuşsalar ne olacaktı? Sadece zurnanın son delikleriydi. Ramazanın 15. günü, 1992'de başlayan, trajik Bosna Hersek lanetli Savaşı'nın ilk günü. Öksüz ve yetimler için bir farkındalık yaratmak yolunda bir fırsat. Bu günün, dünya öksüz ve yetimler günü olarak anılmasından büyük bir memnuniyet duyuyorum. Tüm bu savaşlarda, gerek silah gerek siyasi destek açısından suçlu gördüğüm batılı katillerin, kendilerine bir ayar vermelerine bir milat olmasını ümitsizce diliyorum. Bu söylediklerim ve yazdıklarım, kimse tarafından kaale alınmayacak. Bunu , net biliyorum. Sadece, safım belli olsun diye yazdım.
Allah çocuk katillerinin Koronasını versin!

Yorumlar

  1. Yaşar'ım, Dünya Öksüzler ve Yetimler günü hangi gün oluyor.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Levent, Bu yıl 8 Mayıs yani dün idi. Seneye 11 gün öne gelecek . Ay takvimi olarak, Ramazan ayının 15. Günü yani Dolunay günü. Öksüz ve yetimlerin kararmış dünyasında bir aydınlık ümidiyle sembollemiş.
      Sevgilerimle.Gözlerinden öperim.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS