GÜNDÜZ FENERİ

Beyazlar renk fakiri zencilerdir. Bazılarının renk fakirliği yanına yürek yoksulluğu da eklenmiştir. Bunlar kendilerini evrenin sahibi zannederler. Tırpanlı Melek ile karşılaşıncaya kadar da böyle zannetmeye devam ederler. Mekanları cehennem olsun. Zenci,
Negro, esmer delikanlı, bacı kalfa, blackman, çikolata, arap, çikolata renkli sanatçı, gündüz feneri, afro amerikan, vs vs. Bunlar beyazların siyahlara hitap şekilleri. Çoğunda, üstü örtülü bir aşağılama vardır. Batıda insan bile sayılmazlar. Maymunun bir üst sınıfı kabul edilir. İnsan hakları masalını, bütün dünyaya bıkıp usanmadan, ve hatta utanmadan anlatıp duran Batı; Racismin anavatanıdır. Hedef kitleleri, öncelikle zencilerdir. Covid 19, gezegenimizdeki, sorumsuz, aymaz insanlara rağmen, bir şekilde, bize veda edip gidecek. Beyinlerdeki virüs, yani rasizm bir gün, dünyayı terk edecek mi? Doların yani dünyanın efendisi Amerika, yüzbinlerce insanın ölümü, milyonlarcasının sakat kalmasına neden olan iç savaşına rağmen, kronik illetinden kurtulamadı. Bu ne idüğü belirsiz ucube ülke, maalesef etkisi itibariyle dünya için çok önemli. Orası hapşırdığında dünya grip oluyor. Doları basan dörtlü çete orada barındığı müddetçe, ne orası, ne dünyanın başka bir yeri huzura kavuşamaz. Çete mensupları faizden vazgeçmeyecektir. Faizin olduğu yer, her neresi olursa olsun, emeğin yani hakkın ve hukukun ezildiği yerdir. Gerisi hikayedir. 
1955 yılından önce, 1950 yılındaki doğumumdan sonraki bölümde, net hatırlayamadığım, bölük pörçük anımsayabildiğim birçok hafıza kalıntım var. 1955 yılının mayıs başında, yenimahalledeki evimizden, Bornova ovasındaki bahçemize taşınmamızla birlikte, 5 yaşımdan biraz öncesinde, hayatımın net hatırladığım safhası başlar. 1955 yılının temmuzunu hatırlıyorum, 19'unda, bana o günün, doğum günüm olduğu söylenmişti. 5 yaşını bitirip 6 yaşıma basmıştım. Birkaç gün sonra, ablam elimden tutup Bornova'ya götürdü. Orada bir işi vardı. Tren ile gidecektik. Bahçeler arasındaki yollardan geçerek
varacağımız karayolları , bize en yakın istasyondu. Bölge istasyonu ismiyle de bilinir.Yine de en az 20 dakika yürümek gerektiriyordu. Tozlu toprak yolun neredeyse ortalarında bir yerde, sağ tarafta, yoldan hafif yüksekte, etrafı gelişigüzel yığılmış, karpuz büyüklüğünde taşlarla sınırlı, içinde her çeşit meyve ağacı, ve bu seyrek ağaçların ortalarında, domates patlıcan ve biber dikili,
özenle açılmış karıklar bulunan, son derece bakımlı bir bahçe dikkatimi çekti. Tahminimce 5 dönüm kadardı. Bahçenin yola yakın kısmında, kerpiçten, çatısı kiremitli, doğu ve güney tarafında, panjurlu orta büyüklükte ikişer penceresi olan, poyraz tarafı penceresiz, şirin bir bağ evi vardı. Bacası sonradan eklenmiş gibiydi sanki. Çok yeni duruyordu. Tuğladan yapılmıştı. Yağmuru önlemek için konulan kiremitlerin üzerinde, içinde kuş olmayan bir yuva net bir şekilde görülüyordu. Leylek yuvası olduğunu düşündüm. Ablam karga yuvası olduğunu söyledi. Bağ evi'nin yol ile arasındaki kısımda, bizim bahçemizdeki gibi bir bostan kuyusu, kuyunun üzerinde bir su dolabı vardı. Onu, at gözlüğü takılmış 1 beygir yavaş adımlarla çeviriyor, demir aksamı paslı olmayan dolap gıcırdamayınca, kovalardan oluğa dökülen suyun şırıltısı duyulabiliyordu. Oluktan su yoluna geçen su, batı istikametinde, sağlı sollu çiçeklerin arasından geçerek, bağevinin arkasında uzanıp giden sebzeleri suluyordu. Çiçeklerin çepeçevre sarmaladığı, kocaman bir erkek dutun gölgesindeki ahşap sedir, gel otur keyfine bak der gibiydi. Şu anda bile ezberimdeki, bahçemizde hakim olan pejmurdelikle ister istemez kıyaslamıştım. Burada, masallarda duymuş olduğum bir peri padişahı oturuyor olmalıydı. Bahçe cennetten bir parçaydı. Ablamla Bornova'ya gidip, aynı yollardan döndük. Dönüş yolunda solumda kalan, aynı bahçenin önünden geçerken, dolap beygirinin, işini bitirip , bahçenin uzak bir köşesinde otladığını gördüm. Güneş devrilmiş, gölgeler uzamış, imbat tüm Bornova ovasını okşamaya başlamıştı. Seyretmeye kıyamadığım sedirin ortasına, ayağı meşin çizmeli, paçaları çizmelerin içinde bol bir pantolon giymiş, sırtında kısa kollu, damalı bir gömlek, babamın da kullandığı, bizim üstlük, bazılarının poşu dediği, boyununa bir fular gibi atılmış, turuncu renkli bir kumaş olan, elinde tüten sigarasıyla, bahçesinde harcadığı emekten sonra, hem dinlenip, hem keyif çatan bir adam oturmuştu. Demek, peri padişahı bu adamdı. Bu adam, o güne kadar rastladığım hiçbir insana benzemiyordu. Gözünün akı, dişleri ve ağarmış saçları, el tırnakları dışında tüm derisi simsiyahtı. Korkarak ablamın eline yapıştım. Bu da ne der gibi yüzüne baktım. Korkma bir şey yapmaz dedi. Sanki bir köpekten bahsediyordu. Bu dedi, ovanın arabı. Bana anlatılan masalların bazısında bu kelime geçiyordu. Bir dudağı yerde, bir dudağı gökte diye bahsedilen Arap bumuydu? Sonraki yıllarda, Arap dedikleri  peri padişahını, bir daha görmedim. O güzelim bahçe, 1960'lı yılların sonuna doğru , bakımsız kalıp, bir harabeye dönüştü. Bornova ovası'nın sonunu getiren olaylar zincirinin en sonuncusu, yani Ankara yolu, yok ettiği bir sürü güzelim bahçeye burasını da ekledi. Benim peripadişahı olarak gördüğüm Arap, ismini hiç bilemediğim, tanışma şansı bulamadığım ama yüreğimden de çıkaramadığım bir kahramanımdı. Çiftçi olarak kalabilseydim onun gibi olmak isterdim. Daha sonra, ilkokulda, herikisi de yurtlu Hulusi ve Hüseyin, Atatürk Lisesi 1 F de sınıf arkadaşım Ali Hekimbelgen, 3 Fen D den Ahmet Ordu, Almanya'da, ameliyathane  hemşiresi Victoria ve çene cerrahı Asiyedu hayatıma güzel insanlar olarak girdi. Sağ iseler kulakları çınlasın. Öldü iseler, mekanları cennet olsun. Bu insanlarla tanışır tanışmaz kaynaşmıştım. Ortak yanımız itilip kakılmışlıktı. Frekans uyumumuzdaki olağanüstü mükemmellik için başka bir açıklamam yok. İnsanoğlu, onu kaplayan derisi hangi kumaştan olursa olsun, ince inşaatı olarak, tamamen birbirinin aynı. Melanin ismindeki pigment neden bu kadar ciddiye alınıyor bilmiyorum. 70 yaşına kadar anlayamadığıma göre, bu saatten sonra herhalde hiç anlayamayacağım. Nefes alamıyorum diyen, bir elleri kelepçelinin, nefesini tamamen kesene kadar uğraşmak, hangi cinnetin tezahürüdür. Biri bunu bana anlatsın lütfen. Böyle katillerle aynı dünyayı nasıl paylaşıyoruz? Bu alçaklar yaşama sevincini bizlerden alıp, nasıl da yok ediyorlar. Şimdi, bu katili paramparça etsek elimize ne geçecek, ne düzelecek? Ben görmeyeceğim ama, bu zulüm düzeni sürdürülebilir değil? Zulümü, zulümle önlemek de olası değil. İşte, buradan çaresizce ötüyorum. Şu karantina günlerinde, keşke elimden daha iyisi gelebilseydi. Şu, çikolata renkli kardeşlerime, bütün kalbimle sevgi ve saygılarımı iletiyorum. Amerika ve Avrupa kaynaklı  zulüm yıkılmalıdır diyorum. Nasıl diye sormayın. Yapabilseydim, şimdiye kadar çoktan yapmış olurdum.





 

Yorumlar

  1. Yaşar'ım merhaba, Ahmet Ordu ile Ali Hekim Belgen'i yaklaşık aynı zamanlarda on-oniki yıl kadar önce kaybettik. Ahmet Ordu bizim liseden sonra İ.T.Ü İnşaat Fakültesinden mezun oldu. Sonra izini kaybettim. Ali ile Eko le birlikte, liseden beri irtibatımız ve dostluğumuz hiç eksilmedi. Ben, İzmir'de onun takıldığı yerlerde hep buluşur görüşürdüm. Derviş gibi parasız pulsuz yaşamayı seçti. Ben de ona "ne kadar ticari-iş ilişkisiz yaşarsan o kadar temiz kalırsın" diye moral verir desteklerdim. Bir gün ortadan kayboldu. Salihli'ye göç etmiş. Bir gün Eko'ya Salihli'den bir elektrikçi telefon ediyor. Ali bizden bahsetmiş. Elektrikçi arkadaş makina mühendisleri odasından Eko'nun telefonunu bulmuş. Arkadaş Ali'yi kaybettik demiş. Ben de Eko'ya bastırdım. Ali'nin mezarını bulmamız lazım diye ve ekledim ya bi,r gün birisi çıkıp bize Ali'yi sorarsa ne diyeceğiz " dedim. Eko ile Salihli'ye gitmeye karar verdik. Gitmeden önce benim atölyeye uğradık. Alt ucu sivriltilmiş demir bir boruya kaynaklı bir demir levhaya kaynak dikişi ile "Ali Hekim Belgen İzmir vb" diy bir yazı yazdık. Bu Plaketi Ali'nin mezarına çakacaktık. Plaketi arabanın arkasına atıp Salihli'ye gittik. Arkadaşı elektrikçi dükkanında bulduk. Epeyi sohbet ettik. Ali orada da kendini çok sevdirmiş ve ahalinin her türlü yardımıyla derviş gibi yaşıyormuş. Sonra mezarına gittik. Ne görelim.Ahali, Ali'ye imece usülü dört dörtlük bir mezar yaptırmış. Çok duygulandık. Geri döndük. Ancak Ali'nin niye Salihli'ye gittiğine dair hiç bir ip ucu bulamadık. Bir gün Salihli'ye çıkıp gelivermiş. Hayat sen nasıl bir şeysin böyle ???

    YanıtlaSil
  2. Harika yazmışsın Yaşar Abi, kalemine sağlık. Teşekkürler

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS