ÜTOPYADAKİ HAYALET

  • Bir önceki yazımda, bizim evde dinlemek serbestti demiştim. Çok yasaklı bir ev olan bizimki, birkaç özgürlüğü daha barındırıyordu. Onlara da değinmiştim. Değinmeyi unuttuğum çok önemli bir özgürlük daha vardı. Hayal kurmak. Yaptığım şeyin hayal kurmak olduğunu fark edemediğim bir yaşta ilk hayalimi kurmuştum bile. 5 yaşındaydım. Bahçemizdeki bostan kuyusunun dolabı, babamın bir ihmalinden kaynaklanan kaza ile kuyunun dibini boyladığı zaman, yazın kavurucu sıcağında bahçemiz kuruma tehlikesiyle burun buruna gelmişti. O zaman komşularımızda gördüğüm, bostan sulama işinde kullanılan su motorlarından birinin hayalini kurmuştum. Lister marka bir su motoruydu. O hayal beni mutlu etmişti. Tabii mutluluk kelimesini bugün kullanıyorum. Kelimesini bilmediğim mutluluğun ne olduğunu çok iyi duyumsamıştım. Bahçemiz iyi yönetilemeyen bir cennetti. Daha doğru bir tabirle, Diktatör tarafından yönetilen bir cennetti. O diktatör babamdı. Bu cennetteki gerçeklerle mutlu olmak mümkün değildi. Minik beynimle fark ettiğim hayal dünyama bu şekilde ayak bastım. Anılarınız da, yine sahip olduğunuz en değerli malınız olarak size ek Cennet alanları sağlayabiliyor. Onları daha da değerli kılan, mimarının bizzat kendiniz oluşunda saklı. Anılardaki cennete kaçış, benim için erkendi. Biriktirilmiş anılar olmadan, başlanabilecek bir şey değildi. Hayal kurmanın avantajı, her yaşın lüksü olması ile açıklanabilir. Ve bunlara kimse tarafından ipotek konulamaz. Hayallerimiz, projelerimizin prototipi olduğudan, ayrıca büyük öneme haizdir. Hayallerini sosyalleştirip projelendirerek kağıda döken büyük insanlar var. Bunu cesaretle yapanları ayrıca kutlamak gerek. Çoğumuzun gösteremediği cesareti göstererek, ortaya çıkma dürüstlüğünü seçmişlerdir. Bunlar, hayallerini başkaları ile ortaklaşa kullanma arzusundan hicap duymamışlar, samimiyetle, kendilerine layık gördüğü mutluluğu, düşünce bazında başkalarına da sunmuşlardır. Platon'dan Karl Marx'a kadar hepsini okudum. Hatta birkaç kez yazmayı da denedim. Ütopya diye yazdığım şeyi okuduğumda, onun beni, düşünmeye sevk etmesinden çok, gülümsetmeye teşviki beni çok şaşırtmıştı. Bir komedi yazmayı düşünmemiştim. Ama yazdığım şey beni güldürmüştü. İnsanlar düşünmekten çok neyi sever. Her şeyi. Özellikle komedi unsurlarının reytingi yüksektir. Toplumda kabul gören, hoşsohbet namına sahip kişilerin çoğu, bu ünvanı şaklabanlıklarına borçludur. Biraz derin konulara girsen, bize tatava yapma birader başımıza filozof kesildin deyip atarlar. Ütopyaların eksik tarafı, tek kişinin penceresinden insan sürülerine bakmaktır. Radyo karavan günlerimde, kazanmış olduğum dostlardan, şahsen tanışmadığım ama gönül bağları ile oluşan köprüde, her zaman birlikte olduğum değerli dost Fatih Söyleyici harika bir kitap yazmış. Barışçı İnsancıl Sistem isimli bu kitap, 21 bölümden oluşuyor. Lütfetti, bana da ulaştırdı. Bir solukta okudum. Yıllarca süren yaşanmışlığın damıtılması, ilgili eserlerin taranması ile vücut bulmuş. Dilerim yayınlar ya da yayınlamıştır. Medya fenomenlerinin dünyasında, vücut parçalarını göstererek ışıldayan yıldızlar evreninde, çoğu kimsenin okumayı sevmediği bir dönemde ve yaşadığımız çöl gezegeninde böyle vahalara ihtiyacımız var. Yani içimizden çok azının. Bu salgın döneminde, yaşamış olduğum karantina hayatı, hayallerime bile sığdıramadığım bir distopi. İlk birkaç günlük şoku atlattıktan sonra, kafamda bir ütopi şekillendirdim. Öyle olmasaydı, şöyle olurdu şeklinde giriş yapmış olduğum başlangıcında, Covid 19 Çin'den hiç çıkmayabilirdi diyordum. Ölü sayısı da sadece oradaki birkaç bin ile sınırlı kalabilirdi. H1 N1 in çok sınırlı, aciz gücünün, güncel dünyamızın gerek teknolojik gerek ekonomik sınırsız gücü karşısında bir şansı olamaz diyordum. Hatta iyi olan kazansın diye mizaha bile dökmüştüm. Bu iş tüm dünyada bir ayda biter diyordum. Çünkü yapılacak şey o kadar basit ki. Ne bilmek ne öğrenmek konusunda bir sıkıntı söz konusu olamazdı. Herkes kendi fikrince ve dilince anlattı. Miligram seviyesinde bir beyni olan herkesin yapabileceği önlemlerdi. Hepsi de akla ve mantığa uyumlu, sadece ve sadece 3 maddelik bir anayasası vardı bu savaşın. İnanılır gibi değil. Hangi gerekçeyle ve ne akla hizmettir bilmiyorum; insanlar bu 3 önlemi almaya karşı cinnet seviyesinde bir nefretle direniyor. Hiç görülmüş değil ama gerçek. İnsanlar kendi ölümlerine, sevdiklerinin ölümlerine, güle oynaya, ağzından köpükler saçarak, kafaları çekerek, tepinerek, dans ederek, nara atarak , küfür ederek, saz çalarak caz yaparak, önlem alanlarla alay ederek dalga geçerek, bir şey olmaz abi anlayışıyla koşturuyorlar. Bu, sonu mezarlık olan bir uçurum yolculuğu. Cehenneme kadar yolları var diyemiyorum. Onlar hak etse de birçok haketmeyeni birlikte götürüyorlar. Bir çoğu hayalet bunların. Ama kaybedilen hayatların çoğu, hayalet değil gerçek beden. Sadece bizde olaydı, eğitim düzeyimiz 5.sınıf deyip geçecektim. Örnek alınacak batılı ülkelerin çoğunda bu oran, bizimkini ona katlıyor. İnsanlara ne oldu? Bu nedir? Nasıl bir vicdansızlık, nasıl bir sorumsuzluk tur? Nasıl bir cinnettir? Şimdi deniz mevsimi. Güneşin bizi sımsıkı sarmalayan yaz sıcağında, deniz kenarında bir sahil düşünün. Bir ayağınızla sıcak kumlara, diğer ayağınızla hafif rüzgarın ritmi ile salınarak dans eden denizin ıslak serinliğine basıyorsunuz. Çocuklar sahilde oynuyor. Bir tanesi kumdan kaleler, şatolar yapıyor. Onu çaktırmadan hayranlıkla seyrediyorsunuz. Birkaçı bir araya gelmiş. Herkes, inşa işini bir ucundan tutuyor. Siz bu ahengin bozulmasını istemediğiniz için yürüyüşünüzü iyice yavaşlatıp, çocukların yarattığı mimari şaheseri izliyorsunuz. İşte tam o sırada ne oluyor? Birkaç adım ötede, pusuda bekleyen, o yaşlarda bir velet var. Bu nalet, bir anda oturduğu yerden kalkıp, yıldırım hızı ile, yarım düzine çocuğun, saatlerce emek vererek yapmış olduğu kumdan şaheseri, ayakları ile tepinerek yerle bir ediyor. Diğerleri şaşkın üzgün, kimi ağlıyor kimi saldırgana saldırıyor. Çığrış kıyamet. İşte covid-19 ile savaş da böyle kaybedildi. Benim hayallerim ve güzel insanların ütopyaları öylesine mükemmel ki, tek bir muhalefete dahi dirençli değiller. Bir alçağın tükürüğü ile yok olacak kadar kırılganlar. İş dönüp dolaşıp çözüm için savaşma noktasına geliyor. Güce dayananınca, ütopya olmuyor. Ütopya olunca da gücü olmuyor. Güç birlikten doğar. Bir kişi bile karşı çıksa hayallerden uyanıyoruz. Halbuki, insanlığın ortak mücadelesinde, bir manyak her şeyi bozar. Kaldı ki elimizde bir değil milyonlarca manyak var. Şu anda, aciz virüs, sapık kardeşlerimizin aracılığı, yardım ve yataklığı ile yarım milyon insanı biçip, 10 milyona da bulaşmış durumda. Nerede duracağını bilmiyoruz. Başa çıkmaya aklımız yetsede gayretimiz yetersiz. Virüs bu kadar bulaşıcı olmasa, ve bazı insanlar, onu bulaştırmada bu kadar heves göstermese, bu virüs bu noktada da durdurulabilir. Ben, hayattan ve insanlardan hiçbir zaman ümidi kesmedim. Ama bugün anlıyorum ki, insanları da çok iyi tanımamışım. İyi ki tanımamışım, yoksa bu yaşıma kadar yaşayacak gücü bulamazdım. Nitekim, insanlığın yarattığı en büyük dehalardan Stefan Zweig, ikinci Dünya Savaşı'nın cinnet ikliminde, gelecekten umudunu kesip, eşiyle birlikte intihar etmişti. Henüz 50 yaşındaydı. Ölmemiş  olsaydı, şaheserlerine kim bilir daha nicelerini ekleyecekti. Bu kötü insanlarla ne yapacağız? Ya da, onlarla aynı gök kubbesinin altında nasıl birlikte olacağız? Onları, virüslerin müttefiki olarak görüyorum. Hayalet olanları sağ kalacak. Virüsleri değiştirip, onların defalarca karşımıza gelmelerini sağlayacaklar. Virüsler bir denge unsuru. Hayaletler onların müttefiki olduklarına göre, onlar da, demek ki bir denge unsuru. Virüsleri yok edemediğimize göre, onları sonsuza kadar taşıyacak olan hayaletleri de yok edemeyeceğiz. Yok etmemizde gerekmiyor. Ya ne yapacağız? Önce kendimizi ve sevdiklerimizi sonra toplumumuzu ara madde kabul ettiğim virüslerden, ve onların taşıyıcılığını yapan hayaletlerden, elimizden gelen her şeyi yaparak koruyacağız. Ümidim var mı diye soruyorsanız söyleyeyim. Çok olmasa da; evet.

Yorumlar

  1. Yaşar'ım, okur yazarlık, giderek biraz daha tahsil, fenni meslekler dışında herhangi bir meslekte uzmanlaşmak, benim bilimsel cehalet diyebileceğim bir varoluş durumunu engelleyemiyor.
    Bu cehalet, her insanın içinde var olduğunu ve aslında mücadele tembelliğinden kaynaklandığını düşündüğüm kaderciliği besleyerek, pekala, bilime ve sonra da virüse saygısızlığı beraberinde getirebiliyor. Halbuki virüse saygı, virüsten korkuyu da beraberinde getirecektir.
    Korku ise ödleklik değil, yaşam savaşımızdaki en büyük güdümüzdür.
    Gördüğümüz dehşet manzaralarının altında bu yatıyor sanıyorum.
    Yaşamaya layık olmayanlar elenecek. Doğa kanunları acımasızca seyrini sürdürecek.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Levent, tembellik sorumsuzlukla kol kola gezer. Yaşamaya layık olmayanlar elenirken, yaşamı anasının ak sütü kadar hak edenler de eleniyor. Ne kadar acı! Birden berberlik konusunu hatırladım. Saçların için, mühendislik becerilerini kullanabileceğin manipülasyon gücünü de düşünerek, sana jilet takılan tarak önerisini sunuyorum. Çok rahatlıkla yapabilirsin. Aşı bulunana kadar berbere gitmesen diye düşünüyorum. 2 çeşidi var uzun olana 2 jilet takılabiliyor. Bir tarafı diğerinden biraz daha kısa kesebiliyor. Kullanım kolaylığından dolayı, ben sana tek jilet takılan, kısa olanını tavsiye ediyorum. Gözlerinden öperim. Sevgiler.

      Sil
  2. Yaşar'ım, canım milletimizin folklorik filozofik özdeyişlerinden biri, bir çok çapraşık konuda olduğu gibi bu duruma da doğal bir açıklık getiriyor." Kurunun yanında yaş da yanar"

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Sevgili Levent, gülmeye Hasret kaldığımız şu son günlerde, son yorumunla, beni epey bir güldürdün. Çok yaşayasın. Gözlerinden öperim. Sevgiler.

      Sil
    2. Sevgili Levent, eli belli silahlı başlıklı yazımda, İzmir Atatürk lisesi günlerimize atfen bir paragraf ekledim. Bakalım sen de diyeceksin? Sevgiler.

      Sil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS