MERHUMU NASIL BİLİRSİNİZ?

İnsanları nasıl tanıyoruz? Daha doğrusu, insanları tanıyor muyuz? Bırakalım insanları, kendimizi tanıyor muyuz? Bu sorulara evet yanıtı verebilmiş olsaydık, büyük usta Sokrates, kendini tanı komutunu vermezdi. Ne insan insanı, ne de insan kendini tam olarak tanıdığını iddia edemez. İyi misin? Kötü müsün? Cesur musun? Korkak mısın? Zalim misin? Mazlum musun? Ak mısın? Kara mısın? vs vs vs... Bu sorular zincirinin, sonsuza kadar uzatılabileceği açık ve net. Ancak verilecek cevap müphem ve tartışmalı. Çünkü cevap bilinmiyor. Çünkü konunun öznesi tanınmıyor. Hadi yahu diyenleri, sanki uzaktan duyuyorum. Belki, yüzüme de söyleyen çok olur. Ama bu iddiayı ben, kendi üzerimden yapıyorum. Elimdeki malzeme sizinki ile aynı. Bu gezegenden, öylesine büyük zekalar gelip geçmiş ki, hayal bile etmekte zorlanırız. Bu soruyu onlara sorsak, onlar bile kesin bir cevap veremezdi. Zaten, verdiklerine dair miras kalmış bir kanıt yok. Kendini bile, tam olarak tanıyamamış olanın, bir başkasını tanıyor olması beklenebilir mi? Cevabınız hayır ise sizinle tartışabiliriz. Evet diyorsanız ben sizin karşınızda tutunamam. Bu kadar kesin konuşmazdım. Kesin konuşmak, arzu etsemde, sıkça yapabildiğim bir şey değildir. Ne oldu da böyle söylüyorum. Aslında bu sözleri, bu salgında, yıkılan ümitlerimin arkasından söylüyorum. Onları, kısa bir süre önce, yenileri doğarsa diye, gönlümün pek de derin olmayan bir kıyısına gömdüm. Yakın bir zamanda, kendimi bildiğimden beri, kendi mimari anlayışımı yansıttığım, hayali cennetlerim olan, ütopik, rezerve alanlarımı da kapatıyorum. Kim yazıyor olursa olsun, ütopyalar gerçekleşmez. Çünkü aynı şeye hu diyecek, 8 milyar insanı bulamazsınız. Söylediğiniz, ya da yapmış olduğunuz şey, sizi sonuna kadar inandırıyor olsa bile, bir başkasının umurunda bile olmayacaktır. İnsanlar düşünme zahmetine girmeden önce, önünüze dağlar gibi bahane söylemi koyacaktır. Düşünülmüş olağanüstü sistemlerin, uygulamada yerini alabilmesi için, elinizin altında insan sayısı kadar, o insanların virüsleri yani kopyaları olması gerekir. Bu 8 milyar birbirine benzemez, üretim bandından çıkmıyor ki. Herşey, döner dolaşır, kendi mecrasını bulur, akıp gider. Bilge kişi odurki; başkasını düzelteceğine, kendini düzeltir. Başkalarına sistemler icat edip, kafa karıştıracağına, yürüyen sistemin içinde, yürümeyecek sistemik düzenler icat etmez. Mutlu olmak herkesin hakkı, ama, herkes onu, kendi yorumu dışında, algılamak istemediği gibi, kabullenmeyi de asla istemez. Eldeki veriler doğrultusunda, kişiye düşen şey sınırlı kalıyor. İllaki bir ütopik cennet istiyorsak, kendi yaşamımızı, bir ütopya şeklinde, dizayn etme çabası ve elimizdeki tek enstrüman,  bu uğurda gayret gösterirken, akıtacağımız alınteri, kendi insiyatifimizdeki öz varlığımızdır. Ona, kimse de talip olmaz. Çalmak da istemez. İstese de yapamaz. Bütün bunlar için ilk koşul; kendini tanımaktır. Bunu yapabilmek söylendiği kadar kolay değildir. 70 yaşıma geldim hala yapamadım. İlk basamağı çıkmadan ikincisi beni aşıyor. Yine de, kendimden başlayarak, diğerlerini tanıma arzum kaybolmuş değil. Toplumdaki en belirgin şey samimiyetsizliktir. Buna politika da deniyor. Açıklıktan uzaklaştıkça, samimiyetsizliğe yaklaşıyoruz. Hoppala, nereden çıktı bu diyebilirsiniz. Cenazeler alışık olduğum ortamlardır. Orada samimiyet, samimiyetsizlikle sarmaş dolaştır. Uzak akrabalar hasretlik giderir. Bazıları, üniversite amfisinde dolaştırılan yoklama kağıdına imza atar gibi oradadır. Bazıları, sıra sıra şirketlerinin ismini taşıyan çelenklerle gövde gösterisi yapar. Kimi arkadaşının hatırına, kimi eşinin zorlamasına binaen orada hazır bulunur. Kalabalıklardan çoğu, cami avlusunda, cami içindeki vakit namazını pas geçip, ölünün 1. derecedeki yakınlarına çaktırmadan güncel geyik muhabbeti yapar. İçlerinden bazısı, o anki coşkusunu firenlemekte zorlanır . Bazen törende konuşmalar yapılır, öyle abartılır ki,  tabuttakinin,yahu keşke ben hayattayken değerimi bilseydiniz diyesi gelir. Ölen şöhret sahibi ise, tabut taşımak için kuyruk oluşturulup, tabutun tahtasına dokunmak için adeta yarışılır. Bir garibanın cenazesinde, 4 kolluyu taşıyacak 4 adam zor bulunur. Bazı sanatçılar, hayatı boyunca alamadığı alkışlardan çok daha fazlasını son anda devşirmiş olur. Devlet adamlarının büyüklüğü, cenazesine katılanların adediyle de ölçülür olmuştur. Bu konudaki rekor, şu anki, kısa boylu şişman adam, Kuzey Kore devlet başkanının babasına aittir. Cenazede gözü yaşlılar vardır.  Gözyaşı, hem göz hem yürek için en etkili temizleyicidir. Sevinç, acı, keder, başta olmak üzere birçok duygunun somut göstergesidir. Hakiki olanı, Elmas kadar değerlidir. Sahtesi daha çoktur. Bir kısmı timsah gözyaşı kategorisinde değerlendirilebilir. Cenazede bunların hepsini görebilirsiniz. Vakit namazından sonra, cemaat camiden çıkar, cami avlusunda cenaze namazını bekleyen grupla harmanlanır. Sonradan katılan gruptan birçoğu cenaze namazını kılmasını bilmez, her gün en az bir kez cenaze namazı kıldırmış olan imam bunu bilir. Onun için her cenaze namazından önce, usulen bir cenaze namazı tarifi yapar. Birçoğu cenaze namazını  bu şekilde öğrenir. Bazısı da, ömür boyu uğramadığı cami bahçesini, topraktan önceki son durak, şairin 5 dakikalık saltanat tahtı dediği, musalla taşına konulduğunda, imam kayığı da denen tabutun içinde, ilk ve son kez  ziyaret eder. Aslında, tüm dünya için çoğu kez yasak savma olarak uygulanan bu tören, tabutun içindekinin, ölmeden önceki arzusu yani vasiyeti doğrultusunda icra edilmeli. Zoraki olmamalı. Merhum gömülür. İmam sorar. Nasıl bilirdiniz? Koro hep bir ağızdan haykırır. İyi biliriz! Benim katıldığım bu sosyal ortamlarda, istisnasız aynı söz söylenmiştir. Hem de üst üste 3 kere. Bence, seremonilerdeki bu kısım, bu şekli ile kalmamalı. Mümkünse revize edilmeli. Ya da, bildiğim kadarıyla sözü eklenmeli. Sen adamı tanımıyorsun ki. İyi olup olmadığını nereden biliyorsun? Biz, kendimizi kandırsak bile, onay makamını kandırmış oluyor muyuz? Milenyumda, kronik hastalığımın pik yaptığı dönemden sonra, nasıl bilirdiniz sorusuna, eh işte iyidir ya da idare eder diyemiyeceğim merhum ve merhumelerin cenazelerine katılmamaya özen gösterdim. Daha öncekilerde sürç-i lisan ettik ise affola. Cenazelerde, cevaplaması o kadar kolay olmayan bir soru da, hakkımızı helal edip etmediğimizdir. Hakikaten zor ve yersiz bir sorudur. Yine koro halinde ediyoruz derler. İlk olarak, koro elemanları, tanıyıp tanımadıklarından emin olmadıkları bir kişiye, üzerinde olup olmadığı belli olmayan bir hakkı nasıl helal ediyorlar. Hem de 3 kez üst üste. Hadi onlar bu belirsiz hakkı, adet olduğu üzere tek yönlü helal ediyorlar, peki tabuttaki merhum, kendi hakkını karşılıklı olarak helal ediyor mu? Şimdi soracaksınız, sen nasıl yapıyordun diye. Ağır hastalandığım 50 yaşıma kadar, aynen şu eleştirdiğim şeyleri yaptım. Ama şimdi süzerek ve iyice eleyerek yapıyorum. Bütün bunları, dün gördüğüm bir Korona  cenazesi üzerine yazdım. 3 basit kurala uymayarak, bizzat biz, yani 70 yaş altındaki sorumsuz, ve üzerindeki aymazlar binlerce kardeşimizi öldürdük. Öldürmeye de devam ediyoruz. Utanmadan aynı sözler koro halinde tekrarlanıyor. Aslında şöyle sorulmalı: Sorumluluğunuzu yerine getirmeyerek, katletmiş olduğunuz merhumu nasıl bilirdiniz? Ey katiller, maktul size hakkını helal etmiyor, peki siz ona, olmayan hakkınızı helal ediyor musunuz?





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS