SUÇ VE CEZA

Bir başına yaşayan bir insan için ne suç vardır ne de ceza. Ama, bireysel yaşama lüksüne sahip olamayan insan, her istediğini yapma özgürlüğünden de yoksundur. Er ya da geç özgürlüğünün sınırları bir başkasınınkiyle kesişir ve sorun başlar. Hiç kimse, suç ve ceza konusunda kesin bir mutabakat içinde olamaz. Mantık 1 değil. İnsan adedince özel mantık var. Sağduyu özel ve güzel bir istisna alanı oluştursa da, genel mantık diye bir şey mümkün olamazdı. O zaman, kurallar konuldu. Bu kuralları uygulamak için, güç de gerekiyordu. Sonuçta kuralları güçlüler koydu. Bunu yaparken, bunların uzun yaşamalarını garanti edecek şekilde kısmen de olsa hakkaniyeti korudular. Bu şekilde kanunların ana prensipleri ortaya çıktı. İnsan hayatı tek yönlü değil, bu çok yönlü yaşama paralel olarak, kurallar da çok çeşitli. Her şey gibi, bunlar da zaman içinde eskiyor ve güncellenmesi zorunlu. İnsanlar bunu hep yapmıştır. Kaçınılmaz olarak yapmaya da devam edecekler. Tüm kuralların içinde en çok tartışılan suç ve cezadır. Bu hiç bitmeyecek bir polemiktir. Tartışması hiç bitmeyecek cezaların başında idam geliyor. Dünyada 25 ülkenin kurallarında idam cezası yok. Bunlar Avrupa Birliği ülkeleri. Milenyuma doğru bizim ülkemizde de bu ceza kaldırıldı. Avrupa Birliği, kapısında 60 yıldır beklettiği köpeği olarak gördüğü ülkemize bunu dayattı. Yoksullar itaatkar da oluyor. Apar topar kaldırdık. Suç ve ceza üzerine düşünen insanlar, göze göz dişe diş ilkesine uygun bir biçimde motive oluyorlardı. Bu, yönetenlerin, yönettiği insanlara bir borcu gibi görülüyordu. Adaletin popülizmi. Yazılı kurallar 40 asırdır var. En bilineni, 6. Babil kralı Hammurabi'nin 2 metre yüksekliğindeki bir taş silindire çivi yazısı ile yazdırmış olduğu kitabe. Bu, insanlığın ortak malı arkeolojik hazine parçası da, çalınmış tüm arkeolojik miraslar gibi, batı başkentlerinin biri olan Paris Louvre müzesinde sergileniyor. Burada idam cezası da kayda alınmış. İdam cezasının telafisi yok. 1956 yılının sonbaharında, Bornova ovasındaki bahçemizden Bornova'daki minicik evimize taşınmıştık. Yenimahalledeki 1 dönüm civarındaki evimizin niçin satıldığını hatırlamıyorum. Babamın, kerameti kendinden menkul işlerinden biri. Bu, Bilgi sokak 10 numaradaki yeni, şekilsiz evimiz, yarısı da bahçe olmak üzere toplamda 44 metrekare idi. Hangi koşullarda olduğu bana hiç anlatılmadı, ama bölük pörçük bilgilerden anladığım kadarıyla, 1910 yılında, yandaki ev ile bir bütün iken, alelacele ikiye bölünmüş, 2 katlı bir evdi. O zaman bile, bir asırlık zaman dilimini tamamlamıştı. Benim gayretlerimle, 2016'daki yok edilişine kadar 60 yıl daha ayakta kaldı. İşte o kışın başında, ilkokula başlamama 1 yıl varken, İzmir'in yerel gazetesi Yeni Asır, korkunç cinayet diye bir manşet atmıştı. Manisa kırsalında bir çoban, yolunun üzerindeki kör kuyudan kaynaklanan kötü kokunun, bir insan cesedinden geldiğini fark etmiş, jandarma'ya bildirmişti. Kısa süren tahkikat olayı aydınlattı. Anadolu Köylerininin birinden çalışmaya gelmiş bir işsiz, aynı köyden, daha önce gelip birkaç kuruş para kazanmış olan Mehmet Sak'ı cebindeki 500 lirasına tamah ederek öldürmüş, parasını alıp kör kuyuya atmıştı. O zamanlar İzmir nüfusu 100000 civarında. Türkiye'nin 3. büyük ili olsa da,  bugünkünün ellide biri. Gazeteler habere atacak manşet bulmakta zorlanıyor. Türkiye'nin, İstanbul hariç, tüm şehirleri gibi İzmir'de aslında bir yavaş şehir. Yeni Asır bu tür haberlerin peşini bırakmaz. Her gün olmasa da ara ara konu ile ilgili bir şeyler yazdı. Bu haberleri bana büyük ablam okuyordu. Küçük ablam da ilkokul ikinci sınıftaydı fakat okuma yazmayı hiçbir zaman gazete okuyacak seviyeye çıkaramamıştı. İlkbahar sonuna doğru, Bornova ovasındaki bahçemize göç etmeden birkaç gün önce, Candan ablam elindeki gazeteyi bana uzattı. O günkü gazetelerin fotoğraf tekniği ilkel sayılırdı. Resimler belli belirsiz çıkıyordu. Gazetenin birinci sayfasında, 1934 doğumlu Hasan Koyuncu'nun beline kadar bir fotoğrafı vardı. Boynunda hüküm başlıklı, alttaki yazıları küçük olduğu için okunmayan bir levha vardı. Başı bir omzuna yatmışçasına eğriydi. Gözler yumuk, dişler birbirine kenetli, dudaklar gergin ve birbirinden uzaktı. Daha sonra, gazetede böylesine bir resmi bir daha hiç görmedim. Bu, ibret olsun diye, Montreux Meydanı fuara giriş kapısının yan tarafında halka açık, asılarak idam hükmünün infazı uygulamasının son icrasıydı. İdam cezası, dünyanın yüzde 90'a yakın ülkesinde halen uygulanıyor. Başta, dünyanın sahibi Amerika'da olmak üzere. Bazen düşünüyorum. Bana sorulmuyor. Ama sorulsaydı, ispatlı katilleri ve idam hükmü giyenleri, geri gelmemek, kalan ömrünün tamamını orada geçirmek kaydı şartıyla, idamlıklar adasına gönderir, konuyu kapatırdım. Kısa anlatmak gerekirse, ana tema şudur: İhtiyarlara yer yok. İnsanlık tarihi boyunca böyleydi. Böyle de devam edecek. Düşünen herkes, yaşlılığın bir hastalık olduğu konusunda neredeyse hemfikirdi. Bu hastalığın tedavisi ve sonucu tek. Önce güçten düşersin, sonra ölürsün. Bu süreçteki en büyük dostun aklındır. Güçlüler dünyasındaki savaşta, ne kadar kenarda durursan, o kadar az canın yanar. Önce izole olursun. Olmazsan, huzurevinde zaten seni izole edecekler. Tayga ormanlarında, yanlarına biraz yiyecek ve odun bırakılarak, minik tahta bir barakada, kurtlara yem olarak bırakılan, aile büyüklerini hatırlamakta yarar var. Covid-19 salgınında, bazı istatistiklerin, şeffaf bir şekilde yayınlanmasından sonra, salgınla mücadelede 3 basit kural, neredeyse lay lay lom havasında, 70 yaş altındakilerce tamamen terk edildi. İstatistik ne diyor? Ölüm ortalama yaşı 70. Bulaştıran ve hayatta kalan ortalama yaş 30. Yani 18 - 68 yaş arasındaki  kesimin dikkatsizliği ya da kastı, şu ana kadar gezegen üzerinde yarım milyondan fazla yaşlıyı öldürdü. adam öldürmenin cezası; göze göz dişe diş karinesinde idam. Şimdi biz, bu katilleri idam mı edelim yoksa idamlıklar adasına sürgüne mi gönderelim? Bunlar, nasıl olsa bize bir şey olmuyor havasında, maske takmayacak, mesafe konusunu kazımayacak, el hijyeni ise, hak getire. Konu, bir virüs meselesi olmaktan çıkıp, yaşlıların toplu katliamına dönüştü. Tüketim toplumlarında yani günümüz dünyasında, üretmeden tüketen,  güçsüz grup biz yaşlılar, üretenlerin, sırtında taşıdığı bir kambur olarak görülüyor. Yönetenler için ise, en kısa ifade ile, bir masraf kapısıyız. Kronik hastalığı olan, her çeşitten genç de biz yaşlılarla aynı kurbanlar kategorisinde. Bu katliam nasıl duracak? Ya da duracak mı? İşin trajikomik yanı, kendini ihtiyar delikanlı kategorisinde gören, aslında ihtiyar deliler de bizim takımda top koşturmaları gerekirken, kendi kalemize gol atıp duruyor. Kısa bir cümle ile anlatalım; güçsüzlere yani yaşlı ve hastalara ölüm. Adam öldürmek bu kadar ucuzlamışken, bilinçli ya da bilinçsiz, vicdan yoksunu, sorumsuz, umursamaz hayalet
katillere son bir sözüm var; Hep genç kalmayacaksınız. Bugün bize yarın size!

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS