KUNDAK

 Bayraklı sahili, İzmir körfezi'nin en uç noktasıdır. Turan denen noktada, deniz hafif bir girinti ile koy yapıp, 100 metre kadar ilerisindeki birden yükselen dağlara komşu olur. Arada önce demiryolu, ondan epey bir yüksekte olan, dağlardan yontulmuş karayolu vardır. Bayraklı sahilinde dolaşırken, birden tepemde beliren bir gölge, ona eşlik eden ve yeri göğü titreten motor sesiyle irkilip olduğum yere sabitlendim. 200 metre kadar üzerimden geçip 500 metre ilerideki Turan sahil muhafaza botlarının demir attığı iskelenin sol tarafında denize doğru alçaldı. Bu, altına kırmızı renkli bir su tankı eklenmiş, yangın söndürme helikopteriydi. Daha önce de görmüştüm, ancak bu kadar yakından ilk kez görüyordum. Su tankını denize indirdi. Saniyeler içinde dolan tankı çekip hızla yükseldi ve dağlara doğru gitti. Nereye gittiğini görebilmek için,5 kilometrelik sahil bandını Alsancak'a doğru yürüdüm. 1 kilometre gittikten sonra, görüş alanım yeterince genişlemişti. Bulunduğum yerden, iki buçuk kilometre uzakta, yükselen tepeler arasında, vadilerden duman yükseliyordu. Çok yoğundu. İkindi sularıydı. Çok şiddetli bir rüzgar vardı. Bayraklı'nın yükseklerindeki  yerleşim yerlerinin nasıl bir tehlike altında olduğunu anladım. Ben olayı izlediğim noktaya eriştiğimde, helikopter 3-4 sefer yapmıştı. Demek ki yangın, evlerin çok yakınındaydı. Sahil yolunda itfaiye ekiplerinin siren sesleri, yoğun trafiği birbirine katmıştı. Bir anda helikopter sesleri fazlalaştı. 2 helikopter daha yardıma geldi. Körfezin açıklarında su doldurup, yangına müdahale eden uçağı da fark ettim. Helikopterlerin biri alçalıp biri yükseliyordu. Her birinin tankı 2 ton civarında su alıyordu. Yangın, yakın olduğum tepenin arkasındaki vadideydi. Bu yüzden dumanları görüyor fakat alevleri göremiyordum. Helikopterlerin, denizden suyu alıp, yangının üzerine boşaltmaları ortalama 2,5 dakika sürüyordu. Uçağın seferleri 10 dakikadan biraz uzundu. Yanan alanın üzerine gökten yağan tonlarca su 40 dereceye yakın İzmir sıcağında, tepemde beynimi pişirmeye çalışan güneşe karşı sanki beni serinletmişti. Bir saat olmuş, savaş iyice kızışmıştı. Saat 6 oldu. Günün kararmasına 2,5 saat vardı. Hava araçları karanlıkta çalışamazdı. Bunu bilen pilotlar da öncelikle yerleşim yerlerinden yangına doğru müdahale ediyordu. Alevlerin yolu üzerindeki semt İzmir'in en eski işçi yerleşim yeriydi. Şu anda ben de bir Bayraklı sakiniyim. Oturduğum yer tehlike altında değil. Ama hemşehrilik böyle bir duygu. Onlar için dua etmeye başladım. 6 buçuğa doğru dumanların rengi biraz değişti. Üzerine su döküldüğünde nasıl renk aldığını, çiftçilik yaparken, yem olarak kullanılamıyacak otları, biriktirip kuruttuktan sonra yaktığımız günlerden biliyorum. Sönmek üzereyken üzerine su dökülürse dumanın rengi gri maviye çalar. Demek yangın kontrol altına alınmıştı. 3 helikopterden ikisi kalkmış oldukları üsse geri döndü. Uçak da çekildi. Kalan tek helikopter, duman çıkan birkaç noktaya daha su boşalttı. Saat 7 olmadan çıkan son duman kalıntıları da benim kaygılarım ile birlikte yok oldu. Yangın bitti niye mutlu değilim ki diye düşününce, hafızamın beni 60 yıl öncesine fırlattığını fark ettim. 50'li yılların sonlarındaydık. Yine böyle yaz ortasında, bu saatlerde bir cuma günü. Cuma günü olduğunu net olarak biliyorum. Çünkü babam cuma namazı için Hisar Camisi'ne gidip yeni dönmüştü. Biz bağ evinin çevresindeki kayısı ağaçlarından fark etmemiştik. Ama babam gelirken yoldan görmüştü. Dağlar yanıyor dedi. Bunun üzerine, bahçemizin kuzey tarafı açık bir yerine gidip, Yamanlar Dağından yükselen kapkara dumanları gördük. Okulda bize, bu dağları döşeme dağları olarak anlatmışlardı. Bugün, Atatürk Mahallesi'nden ileride Eğridere ve Çamiçi köylerinden Bayraklı arkasındaki tepelere kadar olan yer çıplaktır. O gün öyle değildi. Yaz, kış dört mevsim yemyeşil bir çam ormanıydı. Öylesine güzeldi ki. Ağaç, her çiftçi gibi benim de ciğerimin bir köşesiydi. Okulda da bize ülkenin akciğerleri olarak tanıtılmıştı. Ne isabetli bir benzetme. İşte orada ciğerlerimiz yanıyordu. İçindeki sineği, böceği, eğrelti otu, kuş yumurtaları, engereği, kertenkelesi, hiçbir yere kaçamayan ağaçlarıyla birlikte cayır cayır yanıyordu. Güneş indi. Bütün Bornova ovasını, sanki lanetli bir meşale aydınlatmaya devam etti. Ben, uykumun dışında, bu süreci, yerimden kıpırdamadan, gözümü kırpmadan, bugün yangın sönünceye kadar izlediğim gibi, o gün de aynı şekilde takip ettim. Ama o gün, yangını söndürmek için ne helikopter ne uçak vardı. Deli gibi rüzgarın önüne kattığı cehennem alevleri hiç dinlenmedi. O canım ormanların üzerinde tepindi durdu. Tüm gökyüzü kara bir bulutla kaplandı. Güneş tutulması gibiydi. Gökyüzünde gece boyu ne bir ay ne bir yıldız görünmüyordu. Rüzgarın dağlardan taşıyıp üzerimize savurduğu bir kısmı yanık kozalak ve iğne yapraklar ormanın bize veda mektubuydu. Bu korkunç kabus, 4. günün öğle üzeri, rüzgarın hafiflemesi ve de yanacak bir ağaç kalmaması ile son buldu. Bugün mutlulukla seyrettiğim araçlar o gün var olsaydı diye ah çektim. Ormanı, hayvanlarına otlak açmak için bir çoban yakmıştı. Bir orman cenneti olan ülkemiz, bir çiftçi olarak, hiçbir zaman sevmediğim çobanlar eliyle, orman fakiri olmuştu. Onların hiç umrunda olmayacak. Ruhları bile duymayacak. Ama ben yine de orman yakanlara söylüyorum. Üzerimde bir hakları varsa helal etmesinler. Ben onlara hakkımı, varsa da yoksa da, haram ediyorum. Onlara, cehennemde sonsuza dek mutluluklar diliyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS