8 EYLÜL 1922

 1907 doğumlu İnce Hüseyin, çarşının diğer esnafı gibi, dükkanlarının kapısı önüne bir iskemle koyup, 60 yaşını çoktan geçmiş babası, Semercizade Mehmet Ali ile birlikte, çarşının sonundaki, bugünlerde İsa Bey ismi ile anılan büyük camiye cuma namazına gitti. O zamanda, iptidai mektep ismiyle anılan Hilal ilkokuluna bir süre devam etmiş, Ağabeyi Ahmet, birinci Cihan harbi'nde Kafkas Cephesi'ne gönderildiğinde, ailenin geçim kapısı, dedelerden yadigar, baba mesleğini öğrenmek ve ona yardımcı olmak üzere, henüz ilkokul ikinci sınıfta okumakta iken, eğitimi yarım bırakıp dükkanda çıraklığa başlamıştı. Birkaç hafta sonra 16 sına basacaktı. Üç kız üç oğlan 6 kardeştiler. Baba tarafı kuşaklar boyu Bornovalı'ydı. Ailenin erkekleri, atların ve eşeklerin tedavülden kalkmadığı o zamanların gözde mesleği semercilik ile iştigal ediyordu. Semercizadeler olarak bilinirlerdi. Hayatta kalan iki ekek kardeş, daha sonra soyadı kanunu ile, Palandız soyadını almışlardı. Palandız semercilikte kullanılan, dikiş atmaya yarayan bir çeşit büyük dikiş iğnesi ya da çuvaldız diyebileceğimiz kocaman bir iğneydi. Devamlı kullandıkları bu alet, özel dikkat istiyordu. Elinize batarsa öbür taraftan çıkabilirdi. İzmir ve Ege 3 yılı aşkın bir süredir Yunan'ın kirli çizmeleri altında eziliyordu. Şerefsiz İngiliz'in, aşağılık tetikçisi Yunan, sahibinin sesi olarak, Türklere havlıyor, hırlıyor, ısırıyordu. Çok kara günlerdi. Kendi vatanlarında esareti yaşıyorlardı. Yunan ordusundan cesaretlenen,  Anadolu'nun gayrimüslim Rum halkı içinde, bazı şerefsizler, silahlı çeteler kurup Müslüman halka yapmadıkları eziyeti bırakmıyordu. Tecavüzler, cinayetler,giderek artmış, önüne geçilemez ve katlanılamaz bir boyuta erişmişti. Gün batımından sonra, Müslümanlar için, kendi evleri dışında değil, için de bile can güvenliği kalmamıştı. Korku içinde yaşıyorlar, bağ, bahçedeki işlerini bile yapamıyorlardu.Savaşın getirdiği her çeşit faciayı günübirlik yaşıyorlardı. Ancak açlıktan ölmeyecek kadar bir hayat alanları kalmıştı. İç içe yaşamış oldukları, komşuları Rumların yaşantısında dahi, işgalden önceki mutluluk ve rahatlık yoktu. Herkes, gelecekte ne olacağının endişesini ta iliklerine kadar yaşıyordu. Cemaat dağılırken, askerlerin İzmir'e doğru aktığı, kazananın belli olmadığı söyleniyordu. Haberin, bir yerden bir yere ulaşmadığı zamanlardı. Öğleden sonra isteksiz çalıştılar. Akşam ezanını beklemeden, dükkanlarını kapatıp evlerine kapandılar. Annesi Nafiye, 1877 tarihindeki 93 Harbi'nde, bir bebekken, yine benzer bir durum yaşamış, ağabeyi dışında, tüm sülalesi, Rus ordusu ile beraber Erzurum'a giren, alçak Ermeni çeteleri tarafından camilere doldurulan, Türk ve Kürtlerle birlikte yakılmıştı. Herkes, sokaktaki sessizlikte, ayak sesleri ve bazı evlerin kapısındaki hışırtı benzeri seslere kulak kesilmişti. Müslüman evlerinin kapılarına boya ile işaret koyuyorlardı. Gregoryen papazların örgütlediği, Ermeni ağırlıklı, Gayri Müslim çeteler nerelerde katliam yapacaklarını, nereleri ateşe verip yakacaklarını planlıyorlardı. Böylesine bir kabus içinde avuçlarını açıp, dualarla sabahı sabah ettiler. Sabah ezanı içlerine biraz su serpti. Yine de dışarı çıkamıyorlardı. 8 Eylül 1922 cuma günü geçmiş, Yerine 9 Eylül 1922 gelmişti. Uzaklardan köpek havlamaları, çakal ulumaları, silah sesleri eşliğinde gün ağarıyordu. Zaman geçmek bilmiyor, Güneş doğmak için sanki naz ediyordu. Sokaklar hareketlendi, selalar okunuyordu. Bağırtılardan Müslümanların büyük camide toplandığı anlaşıldı. Türk ordusu kazanmış, kahpe Yunan'ı önüne katıp, bir sel gibi İzmir'e akıyordu. Başıbozuk katiller sürüsü, kin ve nefret ile kaçarken, önüne gelen sivil halkı öldürüyor, tecavüz 

ediyor, karınları deşip, bebekleri süngünün ucunda dolaştırıyordu. Türk ordusunun Muzaffer komutanı Gazi Mustafa Kemal, önüne kattığı, sefil farelerin, Uşak civarında bir camide, yaktıkları Türklerin pencere parmaklıklarına yapışmış yanık ellerini gördükten sonra, bu kuralsız mücadelenin önlenemiyeceğini, Türklerin mal, can ve ırzlarını kurtarmanın tek çaresi olarak, kaçak Yunan'ın yakalanıp yok edilmesi gerektiğine bütün yüreğiyle inanmıştı. İzmir'e bir yıldırım gibi inecek ve olabildiğince sivil Türk'ün hayatını kurtaracaktı. Hiçbiri esir alınmayacak, Türk askerine direnç gösteren asker, çete, kim olursa yok edilecekti. İzmir'e giren süvari birlikleri, Belkahve, şimdilerde Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi giriş kapısının 30 metre solunda ve halkapınar'daki un fabrikası önünde pusu kuran, kılıç artığı Yunan ateşi ile şehit düşenler haricinde fazla bir direnç görmeden, sağanak olup İzmir'e yağmaya başlamıştı. Bu noktalara, o kahramanlar anısına daha sonra mütevazi Şehitlik abideleri dikildi. Hüseyin, çok sakin, çok zarif ve nahif bir insandı. Ben tanıdığımda 50 yaşını henüz geçmişti. Ağırbaşlı,  sesini fazla yükseltmeden ve tane tane konuşan, hiç bağırmayan, az konuşan çok dinleyen biriydi. Ailenin en küçüğü, babamın küçük dayısıydı. Babasına çıkıp bir bakayım ne oluyor deyince, annesi Erzurumlu Nafiye nine şiddetle itiraz etti. İnce Hüseyin, yanına büyük ablası Zeliha'nın oğlu, 10 yaşındaki babam Niyazi'yi de alacaktı. Yeğenine ablasından izin çıkmadı. Kendisi de annesini, ben artık 15 yaşımı bitiriyorum, endişe etme sözleri ile ikna etti. Büyük cami, evlerine 100 adımdan daha uzak değildi. Annesinin sözünü ilk defa dinlememişti. Büyük cami ana baba günüydü. Bahçesinde herkes, Bornova'nın Müslümanları, sevinç ve coşku içinde birbirine sarılıyor, yaşlılar gözyaşlarını tutamıyordu. Bir süvari birliği, halkın kendilerine ikram ettiği suyu içerken, diğer taraftan önlerine kattıkları, kimi yaralı, kimi yalın ayak başı kabak Yunan askerlerini sürüklüyordu. Bunlar arkadaşlarını şehit etmişti. Teker teker kafaları kesildi. Sonuncu infaz sırasını beklerken, askerin gözü, olayları, gözleri fal taşı gibi açılmış izleyen ince Hüseyin'e takıldı. Evlat kaç yaşındasın, bıyıkların da artık terlemiş dedi. 16 dedi. Halbuki 15 idi. Elindeki kara martini, İnce Hüseyin'in eline tutuşturdu. Elleri bağlı Yunan'ı yan sokağa sürükledi. Seyredenleri kenarı çekti. Esiri kerpiç duvara dayadı. Kara Martin, tek kurşun atan martin denen tüfeklerin biraz daha büyük olanıydı. Kocaman kurşunları,insan vücuduna girişinde, belli belirsiz bir delik, çıkışında ise mağara gibi bir oyuk açardı. İnce Hüseyin, elindeki Kara martini zar zor taşırken ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Asker, boynundaki asılı çapraz fişeklikten bir kurşun çıkarıp, babamın küçük dayısına uzattı. Martin bos, doldur dedi. Mekanizmanın topuzunu çek namluya mermiyi sür diye ekledi. Elleri titreyerek emri yerine getirdi. Şimdi ne olacak der gibi askere baktı. Asker hem ona hem kalabalığa dönerek bu alçaklar İzmir'e kadar yakmadıkları Müslüman canı bırakmadı, bu delikanlı, bu alçağın kanını dökecek dedi. Herkes donakaldı. İnce Hüseyin'in tavuk bile kesemeyen, karıncaezmez biri olduğunu herkes biliyordu. Artık sadece elleri değil bütün vücudu titriyordu. Onun, anne soyunu tamamen yok eden Ermeniler dışında kimseye önyargısı yoktu. Asker sinirlendi, niye tereddüt ediyorsun, sen onu vurmazsan ben seni vuracağım diye bağırdı. Namlunun ucundaki Yunan, gözyaşları içinde yalvarıyordu. İnce Hüseyin rumca bilirdi. İçi çok kötü oldu. Bıraksalar, onu alıp evine yemeğe davet ederdi. Baktı olacak gibi değil, namluyu doğrultup ateş etti. Kurbanının yüzüne bakamamıştı. Gözlerini de kapatmıştı. Nihayet bitti derken, esirin yürek parçalayan feryatları ile gözlerini açtığında, kurşunun sol bacağı parçaladığı anlaşıldı. Askerin işi vardı, daha öldürülecek binlerce katil vardı. Görevi onları yakalamaktı. Esir almak yoktu. Bu Yunan'a ikinci bir kurşunu harcamak niyetinde değildi. Kılıcı, birkaç kez kalkıp indi. Asker, Martinini İnce Hüseyin'in elinden kapıp, atına atladı. İlk hedefi İzmir'e doğru sürdü. İnce Hüseyin, 9 Eylül 1922 cumartesi akşamı ateşlendi. Günlerce hasta yatağından çıkamadı. Dili tutulmuştu. Bir süre konuşamadı. Milenyuma doğru, ölümünden iki yıl önce 92 yaşındayken, şimdilerde, Özkanlar 2M Migros'un, batı tarafında, 180 dairelik, yarım düzineden fazla apartman bloğunun dikildiği, 17 dönümlük mandalin bahçesindeki bağ evinde bunları bana anlatırken yine ağlıyordu. Rahmetli annem gitme demişti. Onu niye dinlemedim ki diye soruyordu. Benim büyük dayım olurdu. 10 yıl önce ölmüş olan babam, annesini dinlemiş, bu olayı yaşamış olmaktan kurtulmuştu. Ancak, o günlerde herkesin hafızasına kazınmış, düzinelerce trajedi vardı. İnce Hüseyin'in olayı, onlardan sadece bir tanesiydi. 


Yorumlar

  1. Dervişim, iki gözüm, Yaşar'ım.
    Ne büyük trajedi ve sen bunun dolaylı tanığı olmuşsun.
    Savaş lanet bir şey,
    Nefret hortlar, insanlık ölür.
    Ünlü bir deyiş vardır.
    "Savaşta ilk önce gerçekler katledilir"
    Bizim Kurtuluş Savaşımız bizim çok haklı bir savaşımızdı.
    Yine de durum değişmez.
    Savaşta insan hakları olmaz,
    Kurtuluş Savaşımızda topraklarımızda hayatını kaybeden
    Yunan gençleri ve hatta çocukları,
    insan haklarına uygun biçimde öldüler diyemeyiz.

    YanıtlaSil

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS