24 KASIM

 1957 yılının sonbaharında ilkokula başladım. Çok zor adapte oldum. Yurtlu öğrenciler tarafından şiddete maruz kaldım. 100 kişilik sınıfta onlarla birlikte tembeller sırasında haftalar geçirdim. Zaman içinde onlardan biri oldum. İlk yediğim dayakta öğretmene şikayet edip, dayak yemelerine sebep olduğum için,dayak atmaktan bıkıncaya kadar beni dövmeye devam ettiler. Böylelikle sosyal uyumun önemini bana en kısa yoldan anlatmış oldular. Dayak eğitimin bir parçasıdır diyenler, bir bakıma haklı çıktılar. Bana dayak atarak eğitimime katkıda bulunanlar listesinin başında babam vardır. Hakkını ödeyemem. İkinciliği, başta yurtlular olmak üzere sınıf arkadaşlarım ve öğretmenlerim eşit ağırlıkla paylaşırlar. Üçüncü grupta, tesadüflerin getirdiği, yolumun üstünde, ne bakıyorsun lan narasını atıp, yahut sudan sebeplerle dalaşıp saldıranlar yer alır. Kaçıp kurtulamazdım. Kaçmayı akıl mı edemezdim, yoksa gururuma mı yediremezdim bilmiyorum. Karşılık vermeyi bilmiyordum. Savunma adına yaptığım tek şey, sol kolumu dirsekten büküp yüzümü, sağ kolumla kafamı, bacaklarımdan birini büküp karnımı ve göğsümü korumaya çalışmaktan ibaretti. Saldırgan taraf karşılık bulmayınca saldırma hevesini kaybediyor. Verdiği hasarı yeterli görüyor. Ağzımdan küfür niteliği taşıyacak hiçbir söz çıkmadığı için, daha doğrusu hiç konuşmadığım için, tek taraflı mücadele, benim için çok daha kötü olabilecek sonuçlara kadar gitmiyor. 70 yıllık hayatımda çok öfkelendiğim anlar olmuştur. Hiçbir koşulda şiddete başvurmadım. Hayatım boyunca, şiddetin bir eğitim aracı olarak kullanıldığına maalesef şahit oldum. Her insan kendi çapında ve görüşü doğrultusunda, daha çok güçsüzlere yani yaşlı, kadın ve çocuklara, bir şekilde şiddet uyguluyor. Sorsan, eğitmek için olduğuna inandırmaya çalışır. Kendi de,öyle görmüş ve öyle olduğuna inanmıştır. İlkokula başladığım zaman, öğretmenlere, eti senin kemiği benim anlayışıyla teslim edilirdik. Okulda, askerde, hayatta, cennetten çıktığına inanılan bir eğitim enstrümanı ile şekillenirdik. Dayak cennetten çıkmaydı. Hocanın vurduğu yerde gül biterdi. Kızını dövmeyen dizini döverdi. Halim selim bilginimiz Nasrettin Hoca bile oğlunu suya gönderirken, oğlunun kulağını testiyi kırmadan önce çekerdi. Çünkü testiyi kırdıktan sonra atılacak dayak, testiyi geri getirmezdi. Yediğim bunca dayak beni ne kadar eğitti bilmiyorum. Bunların ne kadarını hak ettiğimi hep düşünmüşümdür. Yaptığım hesaplar, saldırgan tarafından baktığımda bile yüzde beşi geçmemiştir. Yapmış olduğum yaramazlık ve uyumsuzluklar olay içindeki bu payı oluşturur. 1965 yılının Kasım sonunda, Atatürk Lisesi'nin ana bina sol tarafındaki 1-F sınıfının önünde bekliyordum. Birinci sınıflar, tümden öğlenciydik. Bizim sınıf, sabahtan 2 fen-C öğrencilerini konuk ediyordu. 2fen-C tabelası bizim sınıfın tabelasının üstünde yer almıştı. Şeytan dürttü. Alttaki 1-f tabelasını çıkarttım, üstteki ile değiştirecektim. Arkamdan bir güçlü el, sol kulağıma yapıştı. Mengene gibi sıkıyordu. Çok da güçlüydü. Tak onu yerine bakayım diye gürledi. Çok korkmuştum. Hemen taktım. Mengene kulağımı bırakmamıştı. Kulağımı bırakmadan beni kendine doğru çevirdi. Ne yaptığını sanıyorsun dedi. Verilecek bir cevabım yoktu. Sol eli kulağımı bıraktı. Sağ elinin avuç ayası şimşek gibi yanağıma indi. Öyle bir şakırtı çıktı ki kocaman salon yankılandı. Herkes dönüp baktı. Çok utandım. Bu hocamız, o güne kadar kimseyi dövmemiş İrfan Barış hoca idi. Matematik öğretmenlerinin içinde, beyefendiliği ile öne çıkanlardandı. Soyadına da çok layık biriydi. Bu olayda %95 haklılık payını rahmetli hocama veriyorum.%5 i de  kendime ayırmazdım ancak kulağımı o kadar çok acıttıktan sonra yanağıma inen tokat gerekli miydi? Tokatın çıkardığı ses, herkesin dikkatini üzerime çekip utancıma rezillik eklemişti. Bu olaydan 2000 yılına kadar olan 35 yıl süre içinde bir daha dayak yemedim. Yememek için çok dikkat ettim. Şeytan kulağına kurşun 2000 yılından bugüne kadar, böyle bir kazaya bir daha uğramadım. Hepsi acı vericiydi ama iki tanesi çok müstesnadır. İlkini anlatayım. 1962 yılının Eylül sonu gibi, Bornova Suphi Koyuncuoğlu ortaokulu 1-A sınıfında Türkçe dersindeydik. Kötü başladığım ilkokulu çok parlak bir şekilde bitirdikten sonra yeni başladığım bu okulda 10 günümü henüz tamamlamamıştım.Çok değişik bir ortamdı. Her derse başka bir öğretmen geliyordu. Hiçbirini tanımıyordum. İlkokulu birlikte okumuş olduğum arkadaşların çoğu tahsili bırakmıştı. 3 tane birinci sınıfın içinde birlikte okumuş olduğum sadece 2 kişi vardı. Onlar da diğer şubelerde idi. Annem Manisa Akıl ve ruh hastalıkları Hastanesi'nde, ablam ve küçük kız kardeşim, ablamın ebe hemşire olarak mecburi hizmet yapmış olduğu Sivas'ta, babam Bornova ovasındaki bahçemizde, küçük ablam Hilal okulunda, gelişim geriliği nedeniyle Özel sınıfta okutulanlarla birlikte, tanınan sürenin sondan bir evvelki yılındaydı. İlkokul kıyafeti olarak siyah önlük, benim koşullarım için çok idealdi. Lakin ortaokulda durum değişti. Kızlar yine önlük giyiyordu. Ama erkekler için takım elbise, kravat ve gömlek mecburiyeti vardı. Hem kızlar, hem erkekler subay şapkasına benzer, tuhaf bir başlık takmak zorundaydı. Komiklikten öte salak bir uygulamaydı. Sınıf 50 kişinin üzerindeydi. Kızların önlükleri ve yakaları pırıl pırıldı. Erkeklerin ekseriyeti jilet gibiydi. Aileleri büyük bir fedakarlık gösterip, onları, özene bezene giydirip donatmıştı. Benimse, alelacele alınmış, işporta kravat, soluk takım elbise, çakma bir bekçi şapkası, kısa kollu, allı güllü, basma bir gömlek, beyaz, üstü bez lastik ayakkabılar ile çirkin bir ördek yavrusunu anımsatan görüntüm hemen fark ediliyordu. Allah biliyor ki, bir bahane bulup da okulu terkedip çiftçilik yapsam diyordum. Dış görüntüm kötü bir tavsiye mektubundan başka bir şey değildi. Zaman içinde, soğuklar bastığında, yine babamın, lütfedip işportadan aldığı ve dizlerimin altında palto ve küçük ablama dar gelen bir yün yelek ile grand tuvaletim tamamlanmıştı. Bu, ortaokula devam ettiğim 3 yıl boyunca böyle sürdü. Atatürk lisesi'nde okuduğum 3 yıl da, bundan çok farklı değildi. Ablamın hediye ettiği kahverengi takım elbise, koyu mavi kareli gömlek, naylon kravat ve altı delindikçe pençe yaptırdığım potinlerle üniversite sınavlarına ulaştım. Büyük sıkıntılarımdan biri de, yular dediğim kravatı bağlamayı bilmiyor olmamdı. Babam, alelusul gösterdi. Ama anlayamadım. Tekrar soramadım da. İyi bir öğretmen değildi. Ama o bunu görmüyor, benim iyi bir öğrenci olmadığımı düşünüyordu. Ne tepki vereceğini bilmediğim için üstelemedim. Ortaokul dönemi, yani ergenlik dönemim, babamla ilişkilerim açısından çok kötü geçti. Küçük ablam ve ben, babamla birlikte üç kişi, 3 benzemez , varlığın içinde darlığı yaşıyorduk. Kravat bağlama işini çözmem lazımdı. Kimseyi tanımıyordum ki, kimden öğrenecektim? Allah'tan kilolu değildim. Saçlarım da, bitlenmeyeyim diye hep 3 numara kesilirdi. Çok zayıf olmam da extra avantajdı. Yani, kravatı çıkarırken çözmüyor, boynumdan  sıyırıyordum. Kravat zamanla düğüm oldu. Hatta kördüğüm. Orta birinci sınıfta Türkçe dersleri boş geçiyordu. Bizi 3 yıl boyunca okutacak olan Hacer Erkmen öğretmen raporluydu. Ogün, bir hafta gecikmeyle başlayacaktı. Bir ay önce, ilk ve tek çocuğunu, oğlunu dünyaya getirmişti. Zil çaldı. Sınıfa girdik. Bekledik. Başka biri, bir bey sınıfa girdi. Öğretmen sınıfa girdiğinde ayağa kalkılırdı. Öyle yaptık. Bir yetmiş boylarında, tıknaz, esmer düz saçlı, kara kaşlı, kara gözlü, koyu renk takım elbise, kolalı gömlek, şık bir kravat, ışıl ışıl cilalı makosen ayakkabılarıyla 30 yaş civarında birisiydi. Ben, Türkçe öğretmeni falanca. Asıl öğretmeniniz bir süre daha gelmeyecek, bu süre zarfında size Türkçe dersini ben vereceğim yollu bir açıklama yaptı. Kendini tanıttı. Kariyerini anlattı. Nasıl iyi bir insan olunur, nasıl başarılı olunur, toplum içinde nasıl davranmak gerekir konularında genel görüşünü aktardı. Makul konuşuyordu. Öyle devam ededeceğini zannediyordum. Bir anda sınıfa dönüp, iyi bir öğrenci nasıl olmalı diye sordu. Sonra da, sınıftan birini işaret edip tahtaya çağırdı. Baş muavinin oğluydu. Kendisi ile yarışacak derecede güzel giyimliydi. Saçları alaburus kesilmiş,üzerine kalıp gibi oturmuş lacivert takım elbise, kardan beyaz kolalı gömlek, onunla uyumlu, üçgen bağlanmış, beyaz puanlı mavi bir kravat, siyah, bağcıklı ayakkabılar. Bu seçim kesinlikle doğruydu. En iyi görünüm ondaydı. Övgülerini bitirdi. İşte bu çocuk adam olur, ülkeye yararlı hizmetler verir. Doktor olur, mühendis olur, öğretmen olur, vs, vs,...diye konuştu. Ben, olacaklardan habersiz, tahtanın önünde duran örnek öğrenci figürünü hayranlıkla izlerken, şimdi de nasıl olmamak gerekir, buna bir örnek göstereyim dedi. Önümdeki arkadaşın arkasına tam siper gizlenmeye çalıştım. Ama, öğretmen masasının bulunduğu tahta platformda, oradan bakan için sınıfın her bir noktasına hakim konumda idi. Beni tahtaya çekti. Façası düzgün arkadaşın yanına dikti. Ona düzdüğü övgülerin tam tersini benim için dile getirdi. Pejmurdeliğimden başlayıp palyaçoluğuma kadar ağzına geleni söyledi. Bütün sınıfın önünde öylesine haşlanmıştım ki, şu anı yaşayacağıma, yer yarılsaydı da içine girseydim. Gözyaşlarıma hakim olamadım. Freni boşalmıştı, hiç susmuyordu. Beni özne alarak hangi cümleleri kuruyordu artık bilmiyordum. Çünkü dinlemiyordum. Gözlerimi tabanda sabit bir noktaya diktim. O devirlerde, hijyen açısından, ahşap tabanlar mazot ile silinirdi. Mazot ise tabanları siyah bir renge boyardı. Tahtaların budak yeri açık renk kalıyordu. İşte bu budak yerinden bir dehliz bulup, Bornova ovasındaki bahçemizde bir ağaca konduğumu hayal ettim. Fazla ağladığınızda, gözyaşlarınızın fazlası burnunuzdan akar. Türkçe öğretmenimiz, kulağıma yapışıp, git yüzünü gözünü yıka diyerek, beni, yaka paça sınıftan attı. Sınıfımız, tarihi binanın ikinci katındaydı. Bahçedeki çeşmelere kadar nasıl gittiğimi hatırlayamıyorum. Birkaç gün, rüyadaymış gibi yaşadım. Hiç kimseye halimi demezdim. Dinleyecek kimsem de yoktu. Dersler, bahçedeki işler, yani rutin hayat devam etti. Başım öne öylesine eğilmişti ki, kimsenin yüzüne bakamıyor, kenardan kenardan yürüyüp gidiyordum. 1 hafta sonra yazılılar başladı. Elimden geldiğince hazırlanmaya çalışıyordum. Yazılı sınavları, benim ilk kez karşılaştığım sınavlardı. Biz, ilkokulda tüm sınavları test usulü oluyorduk. Şimdi her yazılı sınavda, 10 soru soruluyor, 10 üzerinden puan veriliyordu. İlk sınavı tarihten olduk. Sırayla hepsinden sınava girdik. Sonuçlar sınıfta okunuyordu. Benim numaram 229. Vedat Dalak diye bir arkadaşımız vardı. Numarası bir. Numarası okunanın ismi okunmadan aldığı not söyleniyordu. Bir numaradan sonra bir denmişti. Kimse bir şey anlamadı. Hoca anlattı. Bir numara Vedat Dalak 1 almıştı. Sonra numarası okunanlar, en yükseği 6 olmak üzere 1 ile 6 arasında notlar almıştı. Benim numaram, ortadan sona doğru bir yerlerdeydi. 229 dendiğinde 9 denmişti. Alışkın olmadığım için 10. soruyu yetiştirememiştim. Demek ki yaptıklarımın tamamı doğruydu.Öğretmen numaramı okuyup ismimi de söyleyip ayağa kalk dedi. Kalktım. Tebrik etti.Aynı zamanda coğrafya ve yurttaşlık bilgisi derslerine de geliyordu. Her ikisinden de 10 aldım. 7-8 Alanlar vardı, ama hiç kimse puanlarıma ulaşamamıştı. Önceki günlerde yaşamış olduğum acı içimden gitmemişti. Ama bu puanlar beni ümitlendirmişti. Geçici Türkçe öğretmenimiz 1 hafta sonra gidecekti. Gitmeden önce yazılı sınavı yapması gerekiyordu. Haftanın ikinci günü yani salı sınava girdik. 1 gün sonraki derste sonuçlar okundu. Çok sert bir sınav olmuştu. Öğretmen Ateş püskürüyordu. Herkes dökülmüştü. Size verdiğim emeğe yazıklar olsun. Beni hiç mi dinlemediniz?Size hiçbir şey öğretemedim mi? Sinirli biri olduğunu herkes görmüştü. Ama bu kez öfkesi bana değil bütün sınıfa yönelmişti. Sınıfta çıt çıkmadı. Örnek jilet çocuk zar zor 5 almıştı. 2 kişi daha 5 almış gerisi sıfırla 4 arasındaki notları paylaşmıştı. Benim numaram okunmamıştı. Sormadım bile. Bu öğretmenle konuşmak istediğim bir söz yoktu. Hiç sesimi çıkarmadım. Kimse de farketmedi. Ancak, öğretmen notları okumayı bitirdikten sonra eklemek istediğim bir şey var diye devam etti. İçiniz de biri var ki, hepinizin fersah fersah fevkinde. Benden 10 almak o kadar kolay değildir. Ama öylesine bir kağıt ki, 10 vermenin ötesinde bir de Yıldız ekliyorum dedi. Kendisine teşekkür ediyorum lütfen ayağa kalksın dedi. 229 Yaşar Güler 10 dedi. Ne yapacağımı bilemedim. 12 ile 13 yaş arasındaki sınıf, birkaç hafta önceki olayı unutmamıştı. Hepsi alkışladı. O küçücük yürekleri, bir arkadaşlarının, hiç tanıyor olmasalar bile, öylesine insafsızca aşağılanmasını kabul etmemişti. Ben ayağa kalkmadım. O teşekkürü kabul etmek, gördüğüm aşağılanmayı onaylamak anlamına gelecekti. Ben o notu, bileğimin hakkı ile kazanmıştım. İncinen gururumun telafisi değildi. Zaten, ben olduğumu bilseydi, o kadar övgüyü bana tevcih edecek miydi? Kimse ayağa kalkmayınca, meraklanıp kimdir bu? Niye ayağa kalkmıyor diye üsteledi. Sınıf anlamıştı. Herkes sustu. Masanın üstünde, sınıf defterinin ilk sayfasında o günkü yoklama kağıdı oluyordu. Bir kişi bile gelmemiş olsaydı, konu bitmiş olacaktı. Ama aksilik bu ya, sınıfta o gün okulu eken yoktu. Baktım ortam geriliyor, isteksizliğimi her halimden belli ederek, çok ağır ağır doğruldum. İlk defa yüzüne baktım. Kaç saniye bakıştığımızı hatırlamıyorum. Hiç konuşmadık. Sandalyesinden kalktı. Çantasını topladı. Sınıftan çıkıp gitti. Henüz zil çalmamıştı. Ertesi gün de dersimiz olmasına rağmen, hoca bir daha sınıfa gelmedi. Ben kendisine rahmet diliyorum. Raporunu tamamlayıp dönen, Hacer Erkmen hocaya beni nasıl anlattıysa, 3 yıl boyunca Türkçe dersimize gelen bu değerli insan, her zaman beni destekledi. Hatta, İzmir Atatürk Lisesi giriş sınavını kazanmadığım söylendiğinde, inanmamış, babam gibi birini, 1 hafta sonra da olsa, gidip araştırmaya ikna etmişti. Meğer ki yüksek puan alanları onurlandırmak için, ayrı bir kağıt ile, müdürün kapısına asarak ilan etmişler. Bugün 24 Kasım, eşim emekli matematik öğretmeni Ferhan Güler'in, ve tüm öğretmenlerimizin bu anlamlı gününü kutluyorum. 20 yıl önce, sığ su boğulması ile, bizi sonsuz kederlere gark eden, Ablamın biricik oğlu, sınıf öğretmeni, yeğenim Hüsnü Alan'ı hasret ve rahmetle anıyorum.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS