27 KASIM 1987

 Hicri takvim, dünyanın gezegeni, ayın yörüngedeki hareketleri üzerinden hesaplanıyor. Her yıl 11 gün öne gelerek, 33 yıllık periyotlarla, miladi takvime göre bir yıl, fazlalık veriyor. Güncel hayatımız, miladi takvime göre düzenlendiği için, 33 yıl önceki bir olay, haftanın günleri açısından, aynı güne tekabül ediyor. Bugün cuma. 27 Kasım. İzmir'de günlük güneşlik bir sonbahar günü. 33 yıl önceki cuma günü, yani 1987 yılındaki 27 Kasım, hava yine bugünkü gibi serin ancak bütün gün yağışlıydı. Hüzünlü bir bakış açısıyla, gökler ağlıyordu denebilir. Hiçbir ölüm tatlı değildir. Hele bir yakınınız öldüğünde, acısının ne olduğunu çok iyi bilirsiniz. O gün benim için öyleydi. Büyük kısmını bilmediğim bir hayat yaşamış, sağdan soldan ne duyduysam, bütün biyografik bilgim o kadarı ile sınırlı, hiç arkadaşlık kuramamış olduğum, hiç anlatmadığı hayatını, en çok merak etmiş olduğum kişi, 1328 tevellütlü Hacı Mehmet Niyazi, 33 yıl önce bugün vefat etmişti. Şu anda ikindi ezanı okunuyor. O gün de, ikindi ezanından sonra kılınan cenaze namazını müteakip, Manisa'ya giderken, yolun sağ tarafındaki Bornova mezarlığında, babamı toprağa vermiştik. Bir arada yaşadık. Binlerce anı paylaştık. O hiç konuşmazdı ben de hiç cevap vermezdim. Az konuşmayı, daha doğru bir tabirle konuşmamayı ondan öğrendim. Konuşmaya başladığımın ilk yıllarında, ilkokula başlayıncaya kadar, konuşmayı öğrendikten sonra, o kadar çok soru soruyordum ki, evdeki herkes illallah demişti. Kimse beni yanında taşımak istemiyordu. Ben de, bunun üzerine sustum. Hala kimseye pek bir şey sormam. Boş konuşmayı da pek beceremem. Yani ağzından bal damlayanlardan değilim. Bu cenaze, çekirdek ailemin 9. kaybıydı. İlk 2 kaybımız ben doğmadan önceydi. 31 yaşında boğulan yeğenim ve ondan 4 ay sonra kaybettiğim annemle bu sayı 11'e tırmandı. Son iki cenazeye ağır hasta olduğum için katılamadım. Bir parçanız öldüğünde kalan parçanız uzun süre bunun bilincine varamıyor. Tıpkı ayağı kopan birinin, gayri ihtiyari, kopan ve yerinde olmayan parçanın, zaman zaman kaşındığını hissedip onu kaşıması gibi, kalbinizin yeri kaşınıyor, acıyor. Ve o yara hiç kapanmıyor. Annem bana hamileyken, şartlarının zorluğunun zorunluluğundan, 3 kutu kinin hapı içerek, beni düşürmek istemiş. Bir şizofren olarak,bunun vicdan muhasebesini ne şekilde yapmıştır bilemiyorum. Yetmişine merdiven dayadığım şu günlere gelinceye kadar, öyle anlar olmuştur ki, ona, gıyabında, başardığın hiçbir şey olmadı, bari bunu başarabilseydin dediğim çok olmuştur. Babamı toprağa verdiğimiz, o yağmurlu Kasım gününün sabahında Konak'taki Deri ve zührevi hastalıklar dispanserinde görevdeydim. Babam son 2 yıldır alzheimer hastalığı ile yaşıyordu. Çok kötü bir hastalık. Kimseyi tanımıyordu. Hala, sebebi tam belli değil. Ölümü bekleniyordu. İkindi namazından, bir saat önce kardeşim haber verdi. Görevden izin alıp, Bornova'daki Büyük Camiye, cenaze namazından saniyeler önce yetişebildim. 33 yıl geçmiş. İnsanın hatıraları neden hiç eskimiyor? Acı versin diye mi? Mutluluk neden fark edilmiyor diye düşündünüz mü? Şu anda bunu düşünüyorum. Mutluyken acınız yok. Bitince ya da kaybedildiğinde acıtıyor. O zaman anlıyorsunuz ki yaşanmış ve bitmiş. Bittiğini hatırlıyorsunuz. Çünkü acılar hiç bitmiyor. Bitse de unutulmuyor. Unutulmayınca da bitmiş olmuyor. Mutluluklar aynı insanlar gibi fani. Acılar, gidenlerle birlikte gitmiyor. Kalanlara miras oluyor. Ölüm, en büyük gerçeklik olarak, yaşayanların ensesinde, yaşayan kalmayacağı ana kadar, saltanatına devam ediyor.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS