ARKADAŞIM EŞEK

 Rahmetli Barış Manço, benim önemli bir arkadaşımla ilgili ne kadar da güzel bir müzik yapmıştır. Merkep, karakaçan, uzun kulak gibi isimleri de olan, 15 yıllık çiftçilik hayatımda, hemen hemen yaşadığım günlerin çoğunda, yaşadığım hayata benimle birlikte imzasını atan eşekle tanışmam, bu şarkının bestelenmesinden yıllarca öncedir. Hiç geçinemezdik. En belirgin ortak yanımız buna engeldi. Hangisi daha baskındır bilemem. Arnavut inadı ile eşek inadından bahsediyorum. Biyografimi yazacak olsam, eşek isimli canlı romanımın en önemli figürü olurdu. Hayvanlar için rahmetli kelimesi kullanılmıyor. Ben, üniversiteye başlamadan önceki yazın baharında, eşeğimiz dünyayı terkedip, eşek cennetine gitti. Kendi kendime gülmek istediğim zamanlar, sınavı kazanamadı, kahrından öldü diye düşünüp gülmüşümdür. Aslında ölümü çok trajikti. Babamın yönettiği bir iklimde, hayatta kalmak kolay değildi. Ortak yaşamımızın bitimine az bir zaman kala septisemiden öldü. Eşek, at soyundan geliyor. Ama atlar kadar akıllı da değil, insana yakın da değil.1955 yılına kadar, çiftçilik hayatımızda eşek yokmuş. Yardımcı hayvanımız at imiş. 1955 yılının kış girişinde ölmüş. Yenimahalle çevik sokaktaki 1 dönümlük evimizin bahçesine gömmüşler. Daha önce de 3 atımız ölmüş. Onlar da oraya gömülmüş. Hatta, kaç yaşında olduğumu bilmiyorum, 3 olabilir. Oraya gömülü atların birinin, belki yeterince derine gömülmediği için, dışarıda kalan kısmının tüylerini çekiştirdiğimi hatırlıyorum. Benim çiftçilik hayatımda, hiç atım olmadı. Atımız olduğu zamanlar, babam ve ablam kullanırmış. Hele ablam, henüz 7 yaşındayken ata binmeye başlamış. Ben eşek sürmeye başladığımda 8 yaşındaydım. At, eşeğin iki misli iri bir hayvan. Çok da yüksek. Ablam nasıl başarırdı bilmiyorum. Söylediğine göre, onunla konuşuyormuş. At başını eğer, o da boynuna otururmuş. Başını kaldırınca, boynundaki yelelere tutunur halde, aşağı doğru kayıp, sırtındaki semere ulaşırmış. Bizim eşek böyle bir şey yapmazdı. Zaten, ben de onunla pek konuşamazdım. Onu yüksekçe bir yere çekip, üzerine binmeyi başarsam bile, bir yolunu bulup, beni üzerinden atardı. Eşekten düşmenin ne menem bir şey olduğunu, sadece yaşayan bilir. Nasıl sakat kalmadığıma hala şaşarım. Ortaokul dönemim sıkıntılı geçti. Gerçi sıkıntısız dönemim vardı desem yalan olur. Fakat o 3 yıl, son dönemde yaşadığım belaları çıkarırsak, öne çıkıyor. 1965 yılının sonbaharında, orta 3'e henüz başlamışken, ekim ayı yağmurlarının başladığı bir zamanda, sabah ezanında kalkıp, akşamdan topladığımız, dört büyük sepet inciri eşeğe sardık. Onları, hana götürüp indirecek, eşeği eve bırakıp okula gidecektim. O zamanki yağmurları anlatmak zor. Çünkü şimdilerde öylesi pek yok. Haftalarca yağdığını hatırlarım. Yağmur gece başlamıştı, bahçemiz, en az 5 kilometrelik bir yol. 4 etaba ayırmış olduğum bu yolun, bahçemize yakın kısmı, aslında Bornova çayının bir yan kolu gibiydi. Aşırı yağmurlarda Bornova çayı taşar, bahçeler arasındaki bazı yolları akarsu haline koyardı. Bu yolda onlardan biriydi. Biz buna alışıktık. Ancak o gün bir başkaydı. Beni üzerinden atacağı için, genelde eşeğe binmez yularından tutup birlikte yürürdüm. Hana mal götürürken, o kadar yükün üzerine, kendi cismimi eklemek de istemiyordum. Bir de, beni üzerinden atayım derken, hana götürülecek mallar dökülürse, onları tek başıma tekrar saramazdım. Çünkü bir denge işi, ve 2 kişi olmadan yapmak zor, hatta neredeyse imkansız. Böyle bir riski hiçbir zaman almadım. İşte, uzun yürüyüşler yapabilme yeteneğimi böyle kazandım. Güneşin doğmasına bir saat vardı. Her taraf zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Biz eşekle uzun yıllar eküriydik. Her koşulda, bu bahçeler arasındaki yoldan, dere yatağı olan yola inmeyi başarabiliyorduk. Ancak bazı yerler yağmurdan neredeyse bataklık. Çizmeli ayaklarım batıyor, kolay çıkmıyordu. Bata çıka, bahçeler arasından yola kadar ulaştık. O zaman, sorunun bitmeyip daha da ağırlaştığını anladım. Bu yol, daha çok kış mevsiminde, Bornova çayının, taşan sularına yataklık ederdi. Biz, o zamana kadar, Bornova merkezdeki minik evimize taşınmış olurduk. Bu Yağmur bir ekstraydı. Yola indiğimizde, su seviyesinin, neredeyse çizmelerimi aşacak kadar yükseldiğini,zifiri karanlıkta, görmesemde hissettim. Eşek durdu. Korktu. Gitmek istemedi. Bir at arabasından biraz geniş olan bu yolda, akansu çok hızlıydı. Ayak bilek seviyenizi geçen su, belirli bir hızdan sonra, sizi sürükleyip götürebiliyor. Bu yolun tabanı düz değildi, at arabalarının aşındırdığı ufak tefek çukurlarla doluydu. Eşek ile birlikte sele kapılma ihtimali beni daha da tedirgin etti. Bir elimde şemsiye, bir elimde eşeğin yuları, rüzgarla birlikteki, yanlardan vuran yağmurla  sırılsıklam ve şaşkındım. Belli ki, eşek geri dönmek istiyordu. Benim okulum geride değil, malları götüreceğim kabızımal hanı gibi ilerideydi. Öne doğru bir adım attım, eşek de inadı bırakıp birkaç adım attı. Hayvanlar hissediyor, ben onunla birlikte yürürsem, suyun akışına karşı toplam yüzeyimiz, bizi sürüklenmeye dirençsiz hale getiriyor. Onun hissettiğini ben de hissettim. Benim 50 kilogramlık cismim semere oturmuş olsa, onun tek toynaklı, 4 adet incecik, ama güçlü, bacaklarına, akıntıyı yarıp ilerleme imkanı verebilirdi. Geçimsiz arkadaşımla, paralel bir frekans oluşturmuş gibiydik. Ancak, aydınlıkta bile zor başardığım semere ulaşma engelini nasıl aşacaktım. Farkında olmadan, gayriihtiyari, boynuna sarılmışım. Uzun kulaklarından biri yüzüme değdi. Düşündüm mü? Söyledim mi?  Bilmiyorum. İzin ver, semere oturayım. Sanki bunu kulağına söyledim. Boynunu eğmemiş olsa, sol dizim oraya ulaşmazdı. Bacağımı dizimden kıvırıp, şemsiye tutan sağ elimi semerin arka çatalına kenetledim. Yine de, kendimi yukarı çekip, semerin üzerine oturabilmek için gereken dönüşü yapamazdım. Aşağıdan birinin itmesi gerekirdi. Bu hareketi her denediğimde, Tank beni üzerinden atardı. Ben ona tank diye seslendirdim. Çok güçlü ve kilolu olduğu için, ona bu adı vermiştim. Onun bakımı benim elimdeydi. O yüzden çok sağlıklıydı. Sevmesem de, onu hiç ihmal etmemiştim. Suyunu, yemini hiç aksatmazdım. Tek toynaklılar için, nal çaktırma çok önemli bir ayrıntıdır. Onun bu bakımını, kimseye bırakmazdım. Öyle ki, nalbantımız Hasan Dostlar, ben gidince yardımcısını çay içmeye gönderirdi. Çünkü büyük bir hevesle ona çıraklık yapardım. Öyle ki, malzeme verilsin, bir de çırak, nalbantlığı rahatlıkla başarabilirim. Ne yapılacağını ezbere biliyorum. Nalı düştüğünde, üzerinde yük varken, at ve eşeklerin, taşlı ova yollarında, uzamış tırnakları, taşa takılıp  kırılır. Toynak çatlayıp, çatlak derinleştiğinde, ayak mikrop alır. Hayvan septisemiden ölür. Tank, o gün beni üstünden atmadı. Boynunu yavaşça kaldırıp, beni semere yerleştirdi. Ya da ben öyle zannettim. Ama sonuçta semerin üzerindeydim. Tank ve benden başka, işbirliği yapacak kimse yoktu. Sonrasında, yavaş yavaş, her adımda, suyun taşıdığı portakal büyülüğündeki taşları bile hissederek, onlardan sakınarak, devrilmeden, akarsuya dönüşmüş, yolun bu kısmını yürüdü. Yarım saat kadar bir sürede katettik. Bu yarım saat korkulu süreçte, karşıdan, ya da arkadan bir at arabası gelmesin  diye dua ettim. Normalde böyle zamanlarda, yolkenarındaki, yokuş ve eğik kısma sığışırdık. bu hareketi yapmak için, eşeğin üzerinden inmek gerekiyordu. Bu geçimsiz dosttan, böyle bir işbirliğini ikinci defa bekleyemezdim. Neyse ki korktuğum başıma gelmedi. O yollarda, o saatte , başka bir Ademoğlu yoktu. Üzerinden hiç inmeden, Tank ile birlikte kabızımal hanına ulaştık. Beni hazırda bekleyen kuru giysiler yoktu. Sıra arkadaşlarım, onları da ıslatacağım siteminde bulunup,  3 kişi oturduğumuz sıralarda, beni yanlarına istemediler. Halbuki, yazılı sınavlarda, yanlarında olmama çok memnun oluyorlardı. Neyse ki onları üzmedim. Bazı iyi aile çocukları, evladım yağmurda ıslanmasın diyen annelerini üzmemek için, okuldan kırmışlardı. Gelmeyenlere ait sıraların birinde tek başıma oturdum. Ertesi gün, yıllık, 3 adet grip kontenjanımdan ilki ile hasret giderdik. Her zaman olduğu gibi ağır geçti. Ama o gün, eşeğim Tank ile birlikte, hiç hesapta olmayan bir düşmana, yani sele karşı omuz omuza savaşıp, kazandık. İnsan ve eşek bir olup, seli yendik. Ben grip oldum. Eşekler grip olmuyor. Onlar yağmurda ıslanmaya bizlerden çok daha korunaklı. Bugünlerde, insanlar, bütün tarih boyunca olduğu gibi, hiçbir tehdit karşısında yine birlikte hareket edemiyor. Etmiyor. Hiçbir zaman edemediler ve edemeyecekler. Zavallı kırılgan Covid-19, eşek kadar olamayan, çok daha zavallı insanları biçip geçiyor. Hakaret etmek istediğimiz zaman, birbirimize eşek deriz. Eşek dile gelip, hakaret etmek istese bize ne derdi acaba?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

27 MAYIS CUMA 1960 BORNOVA İZMİR - İLK DARBE

EYLÜL 1965 ALSANCAK İZMİR - LİSE GİRİŞ SINAVI

11 NİSAN 2019 BAYRAKLI İZMİR - AYLA ERDURAN VE 1710 YAPIMI STRADİVARİUS